Buradasınız
Fotoğraf, Film, Şiir ve Şarkılarla Emek, Tarih, Yaşam / 1
16 Mayıs 2020 - 13:30
1960’ların İstanbul’u… Bir işçi semtinde evine ekmek ve süt götüren bir çocuk. Sokak boş, bir pazar sabahı olmalı. Çocuk mutlulukla ağız dolusu gülümsüyor objektife bakarken. Erdal Yazıcı’nın fotoğrafa ne isim verdiğini bilmiyoruz, ama sanırız şöyle denebilirdi: “Ekmek, süt ve mutluluk.” Belki sadece pazar sabahları bütün ailenin buluşabildiği bir kahvaltı yapacak olmanın mutluluğu bu. Belki sadece pazar sabahları içebildiği sütün şişesini gösteriyor mutlulukla. Yoksulluğun ortasında her şeye rağmen mutlu bir çocuk…
İstanbul’un sırtlarında bir emekçi mahallesi, evler adeta dökülüyor. Yan yana dizilmiş, derme çatma gecekondu evleri yoksulluğun aynası… Evden eve gerilen iplerse paylaşmanın ve dayanışmanın bir sembolü gibi… İplere serilmiş çamaşırların arasında neşeyle oynayan çocuklar… Bir amca onların fotoğrafını çekiyor, kimisi derin bir bakış atıyor kadraja, bir kız çocuğu arkada gülümsüyor ama öndeki afacanın kolu gülümseyişini birazcık gölgelemiş. Bütün günü sokaklarda oynayarak geçirecekler ve belki 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nde genç fabrika işçileri olarak binlerce işçiyle birlikte sokakları arşınlayacaklar. Kim bilir?
Bir mücadeledir yaşamak! 1950’lerde yaşam mücadelesinde bir ihtiyar adam. Evine ekmek götürebilmek, yaşamaya devam edebilmek için çalışmak zorunda. Oysa artık huzurla ve kaygısız geçirmeliydi kalan yıllarını. Ne diyordu Nâzım Hikmet sosyalizmi anlatırken dayı kızına:
sosyalizm,
yani yurttaş ödevi sayılması bahtiyarlığın,
yahut, mesela,
-bu seni ilgilendirmez henüz-
esefsiz,
güvenle,
emniyetle,
gölgeli bir bahçeye girer gibi
girebilmek usulcacık ihtiyarlığa,
ve hepsinden önemlisi,
çocukların ama bütün çocukların,
kırmızı elmalar gibi gülüşü...
Yıl 2020. İki ay aradan sonra 4 saatlik sokağa çıkma izni verilen yaşlılardan 83 yaşında bir adam, boya tezgâhını açmış müşteri bekliyor. İşte kapitalizm genciyle yaşlısıyla işçi sınıfına yaşamı ne yazık ki çekilmez kılıyor.
Onlarca fabrika ve tersanenin olduğu Haliç, nam-ı diğer Direnen Haliç… Ve su taşıyan çocuklar, sınıfımızın çocukları... Yoksulluğun ağır yükünü omuzlayan çocuklarımız, büyüdüler. Büyüdüler ve fabrikada örmeci, tersanede kızakçı oldular. Aynı anaları, babaları gibi… Aynı anaları, babaları gibi onlar da sömürüye, haksızlığa zulme direndi. Direndiler aynı haliç gibi! Çünkü onlar sadece analarının babalarının değil, Direnen Haliç’in de evlatlarıydılar.
Çocuklarım, Rıfat Ilgaz
Yoklama defterinden tanımadım sizi,
Benim haylaz çocuklarım
Sınıfın en devamsızını
Bir sinema dönüşü tanıdım
Koltuğunda satılmamış gazeteler
Dumanlı bir salonda
Kendime göre karşılarken akşamı
Nane şekeri uzattı en tembeliniz
Götürmek istedi küfesinde
Elimdeki ıspanak demetini
En dalgını sınıfın
Çoğunuz semtine uğramaz oldu okulun
Palto ayakkabı yüzünden
Kiminiz limon satar balık pazarında
Kiminiz Tahtakale’de çaycılık eder
Biz inceleye duralım aç tavuk hesabı
Tereyağındaki vitamini
Kalorisini taze yumurtanın
Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta
Çevresini ölçtük dünyanın
Hesapladık yıldızların uzaklığını
Orta Asya’dan konuştuk
Laf kıtlığında
Birlikte neler düşünmedik
Burnumuzun dibindekini görmeden
Bulutlara mı karışmadık
Güz rüzgarlarında dökülmüş
Hasta yapraklara mı üzülmedik
Serçelere mi acımadık kış günlerinde
Kendimizi unutarak
16.00
Sermaye, emek, çocuk
Kapitalizmin tarihine baktığımızda, çocuk emeğinin sermaye sınıfı için ne denli tatlı ve baştan çıkarıcı olduğunu görürüz. Çünkü çocuk emeği son derece ucuzdur; savunmasız olan çocuklar üzerinde otorite kurmak ve uzun saatler boyunca çalışmayı dayatmak çok daha kolaydır. Ayrıca çocukların narin elleri, bazı sektörlerdeki en hassas işlerin üstesinden gelebilmektedir.
İngiltere’de çocukların gece çalıştırılmasının yasaklanmasına karşı çıkan bir demir-çelik haddeleme fabrika sahibi, o zaman şöyle hayıflanıyordu: “18 yaşından küçük kimseleri geceleri çalıştırma yasağı büyük güçlükler doğuracaktır, çocuk emeğinin yerini yetişkin erkek emeği ile doldurmanın yol açacağı masraf artışı bunların başında gelir.” Çünkü uzun saatler boyunca işe koşulan ucuz çocuk emeğine duyulan kapitalist iştah, dünden bugüne değişmeden kalmıştır.
1900’lerin başı Amerika… Çizer, kapitalisti alabildiğine şişman çizmiş, adeta bir yağ tulumu… Bir zamanlar kapitalistler gerçekten de şişmandılar ve onların şişmanlıkları sınıfsal ayrıcalıklarının bir sembolüydü. Fakat günümüzdeki kapitalistler genel olarak fit, spor yapan ve son derece bakımlı kimseler. Bilim ve teknolojinin yardımını da kullanarak uzun ve rahat bir yaşam sürüyorlar. Ama onların bugünkü görünümleri aldatıcı olmasın… Çizer, kapitalisti bilerek bir yağ tulumu olarak çizmiştir. Çünkü sermaye, aynı bakteri gibi sınırsızca büyüme arzusundadır. Kapitalistin doymak bilmez kâr iştahını vurgularken, aynı zamanda bir avuç asalak için milyonların aç kaldığını da belirtmek istemektedir. Kapitalistin göbeğine yaslanmış merdivenin tepesinde bir çocuk işçi, üzerinde kâr yazan para destelerini kapitalistin midesine boşaltıyor. En arkadaki fabrikanın tepesinde Çocuk Emeği yazıyor. Merdivenin sağ tarafında ise 11 saatlik işgününe dikkat çekiliyor.
“Yazıyor, yazıyor, yazıyor…” Ne yazdığını bilmiyoruz ama bir grup çocuğun koltuklarının altına sıkıştırdıkları gazetelerin boya kokusunu hissedebiliyoruz. Hasan Hüseyin’in “Haziran’da Ölmek Zor” şiirinden ödünç alırsak; çocukların elleri, yüzleri üst ve başları gazete… En önde ortada duran bacaklarını açmış, kendine güvenle duruyor. Ama bu şekilde koltuğunun altındaki bir tomar gazeteyi daha rahat tutuyor. Hepsinin üstünde bir ciddiyet. Büyük adamlar gibi, işe çıkmanın verdiği bir ciddiyet havası içindeler. En azından kadraja bakarken böyle duruyorlar. Ama bir taraftan da gülüyorlar. Sanki o an birisi “hadi çocuklar” dese, ellerindeki gazeteleri kaldırıma fırlatıp şen şakrak bir oyuna başlayacaklar.
Sokaktan açık bir kapıdan içeri giriyor, sabahın ilk ışıkları… Sokağın bir cephesi henüz güneş almıyor. Kocaman şapkasıyla, açık kapıdan, daha ilk merdivenlere adım atarken gazeteyi içerideki kişiye uzatıyor. Fotoğrafının çekildiğini biliyor ve içten gelen bir gülüş yüzüne yansıyor…
Gazeteciii, heeey gazeteci çocuk! Geçmişten ne havadisin var? Ne susarsın küçüğüm? Peki, öyle olsun, dilin varmayadursun söylemeye… Ama biz biliriz insanlığın başına nice çorap ördü sömürücü efendiler… Nice acılar gördü yaşlı dünyamız, insanlık nice kahırlı günlerden geçti. Bizi iyi dinle kısa pantolonlum; Yıkılacak bu zulüm düzeni, bu kötülük saltanatı… Bize inan yalın ayaklım! Bu da bizden sana, geleceğin havadisi işte!
18.55
Lewis Wickes Hine’yi Saygıyla Anıyoruz
ABD’deki çocuk işçilerin fotoğraflarının çoğu Lewis Wickes Hine’ye aittir. 26 Eylül 1874’te doğan Amerikalı sosyolog ve fotoğrafçı Lewis Hine 1908’de Ulusal Çocuk İşçiliği Komitesi’nin resmi fotoğrafçısı olduktan sonra tarlalarda, fabrikalarda ve madenlerde çalıştırılan çocukları fotoğraflayarak çocuk işçiliğinin önlenmesiyle ilgili yasal düzenlemeler yapılması için mücadele etmiştir. Çocuk Emeği Bülteni’nde şunları yazmıştır: “Yıllardır Maine’nin konserve fabrikalarından Teksas’ın tarlalarına binlerce sanayi topluluklarında, sürüklenip duran çocuk işçileri izledim. Onların trajik hikâyelerini dinledim ve kazanma şanslarının bulunmadığı bu endüstri oyunundaki mücadelelerini gördüm. Keşke edindiğim deneyimleri, tanık olduğum yaşamları size kuşbakışı izletebilseydim.”
1900’lerde madenlerde çalışan, kömürün karasına bulanmış yüzleriyle çocuk işçiler… Daha 7 yaşında madenlere inerdi küçücük çocuklar. Daha gelişme çağında güneşi göremeyen bedenleri, ağır çalışma koşullarıyla birleşince erkenden çökerdi.
İngiltere’de işçi çocuklar… Bakışlarında sadece yorgunluk ve tükenmişlik var. Adeta yıllarca çalışıp hayatın yorgunluğunu taşıyan ihtiyar adamlar gibiler!
İnsanlık dışı koşullarda, gece gündüz demeden çalıştırılan bu çocuklar yeterince uyku uyuyacak vakit bile bulamıyorlardı. Kapital’de işçi çocukların durumuna değinen Marx, bu utanç tablosunu İngiliz resmi raporlarından yaptığı alıntılarla ortaya koymuştu: “Tanımlı işgününün sabah saat 6’dan akşam 17.30’a kadar sürdüğü bir haddehanede, bir oğlan her hafta 4 gece, en az ertesi gün akşam saat 20.30’a kadar çalışmıştı ve 6 ay boyunca bu böyle devam etmişti… 12 yaşında olan bir çocuk, Stavely’de bir demir dökümhanesinde 14 gün boyunca sabahları saat 6’dan gece saat 12’ye kadar çalışmıştı ve artık çalışamayacak durumda.”
Aralık 1908. ABD’nin Güney Karolina eyaletinin New Berry semtinde gece vardiyasında çalışan tekstil işçisi kadınlar ve çocuklar… Avrupa’dan Amerika’ya tekstil patronları büyük kârlar elde ederken çocuklar ve kadınlar ağır çalışma koşullarının altında sefalet yaşamı sürüyorlardı. 1800’lerde Times gazetesinde yazılanlar 1900’lerin ABD’si için de geçerliydi: “Pek çoğumuz o kanıdayızdır ki, biz kendi genç kadınlarımızı, kırbaç darbeleri altında değil de açlığın kamçısı altında öldüresiye çalıştırdığımız sürece, doğuştan köle sahibi olan ve kölelerini, hiç değilse, iyi besleyen ve dayanılabilir şekilde çalıştıran ailelere veryansın etmeye hemen hemen hiçbir hakkımız olmaz.”
1874 yılında çocuk işçiler… 14 Ocak 1860’da Nottingham şehir meclisi salonunda yapılan toplantıda konuşan bir şehir yargıcı dantel sektöründe çalışan çocuk işçilerin durumunu şöyle anlatıyordu: “9 ve 10 yaşındaki çocuklar gece yarısından sonra saat 2, 3 veya 4’te kirli yataklarından zorla alınıp gece saat 10, 11, 12’ye kadar boğaz tokluğuna çalıştırılıyor. Elleri, kolları ve bütün vücutları harap oluyor, kavruk ve güdük yaratıklar haline geliyorlar; yüzleri bembeyaz, bütün insanlıkları yok olup gitmiş, sanki taştan yapılmışlar gibi: Görünüşleri bile insana dehşet veriyor… Biz Amerika’nın Virginia ve Carolina eyaletlerindeki pamuk plantasyonlarının sahiplerini protesto ederiz. Oysa oranın zenci pazarları, kırbaçları ve insan eti alışverişleri, burada, kapitalistler kâr edecek diye tül perde ve yaka yapmak için, insanların bu şekilde yavaş yavaş boğazlanmasından daha mı korkunç ve tiksinti vericidir?”
Yine bir Ara Güler fotoğrafı. Ama bu sefer başka bir şehirden, Kahramanmaraş’tan işçi çocuklar var fotoğrafta. O çocuk gözler her şeye rağmen gülmeliydi! Ama belki sabah uykusunu alamadan, yeterince dinlenemeden kalkmış olmanın, belki sokakta top peşinde koşturmak yerine bu atölyede üç kuruşa çalışmanın getirdiği biraz isyankâr, biraz üzgün bakışlar bunlar…
İşçi sınıfının önderlerinden biri ne güzel demiş: Hiçbir şeyden hiçbir şey çıkar diye! Egemenler, sanki emek harcanmadan zenginlik ve kâr olabilirmiş gibi konuşurlar, sermayenin kaynağını bir esrar perdesiyle örtmek isterler. Oysa emek olmadan, emek gücü dönüştürmeden ne zenginlik ne sermaye ne de kâr oluşur… Bu fotoğraf, şu anda kapitalistlerin elinde biriken muazzam sermayenin ne pahasına olduğunu çarpıcı şekilde yansıtmıyor mu?
Nikbinlik, Nâzım Hikmet
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-
-ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
son vitesi,
adedi devir.
Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi...
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap:
açılır kara kaplı kitap:
zindan..
Kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.
Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz.....
19.50
Zor Zamanlar…
1900’lü yılların başında ABD’deki dokuma fabrikalarında çalışan on binlerce çocuk vardı. Tatlı rüyalarla dolu uykuları yoktu. Onlar için oyun yoktu, doyasıya yemek, doyasıya kahkaha atmak yoktu. Ciğerleri pamuk tozuyla doluydu, canavar gibi makinelerin karşısında geçen ömürleri kısaydı. O günlerden bu yana söylenegelen Zor Zamanlar Pamuk Fabrikası Kızları şarkısı işte bu çocukları anlatıyor.
Videodaki fotoğraflar Ulusal Çocuk Emeği Komitesi için çalışan Lewis Hine’a ait ve 1908-1912 yılları arasında çekilmiş. Hine, ABD’deki yaklaşık 2 milyon çocuk işçinin sefaletine ve çalışma koşullarına dikkat çekmek üzere fotoğraf çekmek için İncil satıcısı kılığına girmek zorunda kalmıştı.
21.10
Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Ahmed Arif, Vedat Türkali, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Ruhi Su, Yaşar Kemal ve daha nicesi… Bu aydınlar, işçi sınıfının sömürüsüz bir dünya mücadelesinin saflarında yer aldılar. Türkiyeli emekçilerin tarihine yakından tanıklık ettiler. Onlar yeteneklerini şöhret uğruna, para pul uğruna satmadılar. “Namus işçisiyim yani” diyordu Ahmed Arif, “Yürek işçisi/ Korkusuz, pazarlıksız, kül elenmemiş…”
Şafakları ben balığa çıkarım
Akan akmayan sularda
Benim, bütün tezgâhlarda paydosa giden
Bir bahar akşamı dünyada…
Ben dört duvar arasında değilim
Pirinçte, pamukta ve tütündeyim,
Karacadağ, Çukurova ve Cibali’de
Fabrikada tütün sararak ekmeğini kazanan emekçi kadınlar, ne güzel gülmüşsünüz. Gülen işçi kızın yüzünde bir yorgunluk bir hüzün… Sol gözün kasılması ne kadar yorgun olduğunu gösteriyor. Ama yine de umutla gülüyor. Belli ki fotoğrafının çekileceğini biliyor ve heyecanla saçlarını taramış… Arkadaki işçi kız da kadraja bakarken, bir anlık ilgi odağı olmanın verdiği hoşnutlukla hepimize tebessüm ediyor.
Gün doğarken her sabah
Bir kız geçer kapımdan
Köşeyi dönüp kaybolur
Başı önde yorgunca
Fabrikada tütün sarar sanki kendi içer gibi
Sararken de hayal kurar bütün insanlar gibi
1950’ler, Cibali Tütün işçileri… En önde oturanların çoğu genç ve hatta çocuk denecek yaşta… Türkiye’nin ilk sigara üretim yeri Cibali Tütün Fabrikası’dır. Cibali Tütün Fabrikası, İstanbul’da Haliç kıyısında bir fabrikaydı. Kadın işçilerin çalıştığı ve çocuk kreşi bulunan ilk fabrikadır.
21.50
22.00
1930’lu yıllarda Türkiye’de tütün işçileri hak arama mücadelesinin hep ön saflarındaydı. İşçi sınıfının en militan kesimiydi tütün işçileri… Tütün işçileri dendi mi mücadeleci öncü kadın işçilerden Zehra Kosova gelir aklımıza. Kavala’da doğup mübadeleyle ailesiyle birlikte Tokat’a göç eden Kosova da pek çok işçi ailesinin çocuğu gibi oyuna, eğlenceye, çocukluğuna doyamadan işçiliğe başlar. Üçüncü sınıfa kadar okuduğu okulu bırakıp iş bulunca “dünyalar onun olur” çünkü iş bulamaması açlık demektir. Küçücük yaşında çalışmak, içinde yaşadığı kokuşmuş sömürü düzeni kavramasını kolaylaştırır ve bu kahrolası yaşamın değişmesi gerektiğini düşünür. Kendisini ve toplumu değiştirmek için kavgaya girer. Okuduklarını doğru düzgün anlamasa da inatla okur, bilinçlenir. Yaşamın tüm ağırlığına karşın kucağında çocuğuyla yılmadan davasına sıkı sıkıya sarılır. “O beni boğmak için üstüme gelen dalgalarla boğuşmak, onları alt etmek, geleceğe, sömürünün olmadığı bir dünyaya inanmak beni ayakta tutan tek nedendi belki de…” der. Gelecek kuşaklara onurlu ve mücadele dolu bir yaşam bırakmanın mutluluğu içinde 90 yaşındayken son nefesini verir.
22.45
Yüreğinde yaşam sevincini bir an olsun eksiltmeyen işçi sınıfının aydını Vedat Türkali’nin dediği gibi, Osmanlı’dan bugüne İstanbul, işçi sınıfının “kavga şehri”dir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra taşı toprağı altın denerek İstanbul’a göçler başlar. İşsizlikten, yoksulluktan kurtulmak isteyen emekçileri kentte büyük bir sefalet, yoksulluk ve yoksunluk beklemektedir. Bir yanda Haliç’iyle, Süleymaniye’siyle denizi, güneşi pırıltılı muazzam bir güzellik, öte tarafta bu güzelliklerden yararlanamayan bir avuç arsa vurguncusunun, karaborsacının, bezirgânın elinde inim inim inletilen emekçiler… Lakin bu ağır koşullar karşısında işçiler-emekçiler hep suskun kalmayacaktır. Yunanistan’dan göçüp Ortaköy’e Kasımpaşa’ya yerleştirilen Dramalı, Kavalalı tütün işçilerinin mücadele deneyimleri yeni kuşaklara aktarılır. Kentleşme ile birlikte işçilik bilinci de gelişir. Patronların kaçacak delik aradığı zafer şarkılarının söylendiği direniş günleri de gelir. 1961 Saraçhane Mitingini, Kavel Destanını, 15-16 Haziran Büyük Direnişini, 1977 1 Mayıs’ı yaratanlar, en nihai destanlarını da yazacaklardır! Vedat Türkali’nin 1944’te yazdığı gibi; bekle bizi İstanbul!
İstanbul
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Haliç’inde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniye’nde güneş
Hey sen ne güzelsin kavgamızın şehri
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Plajlarında karaborsacılar
Yağlı gövdelerini kumlara sermiştir
Kürtajlı genç kızlar cilve yapar karşılarında
Balıkpazarında depoya kaçırılan fasulyanın
Meyvesini birlikte devşirirler
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
Et tereyağı şeker
Padişahın üç oğludur kenar mahallelerinde
Yumurta masalıyla büyütülür çocukların
Hürriyet yok
Ekmek yok
Hak yok
Kolların ardından bağlandı
Kesildi yolbaşların
Haramilerin gayrısına yaşamak yok
Almış dizginleri eline
Bir avuç vurguncu müteahhit toprak ağası
Onların kemik yalayan dostları
Onların sazı cazı villası doktoru dişçisi
Ve sen esnaf sen köylü sen memur sen entelektüel
Ve sen
Ve sen haktan bahseden Ortaköy’ün Cibali’nin işçisi
Seni öldürürler
Seni sürerler
Buhranlar senin sırtından geçiştirilir
İpek şiltelerin ıstakozların
ve ahmak selâmeti için
Hakkında idam hükümleri verilir
Haktan bahseden namuslu insanları
Yağmurlu bir mart akşamı topladılar
Karanlık mahzenlerinde şehrin
Cellatlara gün doğdu
Kardeşlerin acısıyla yanan bir çift gözün vardır
Bir kalem yazın vardır
Dudaklarını yakan bir çift sözün vardır
Söylenmez
Haramiler kesmiş sokak başlarını
Polisin kırbacı celladın ipi spikerin çenesi baskı makinesi
Haramilerin elinde
Ve mahzenlerinde insanlar bekler
Gönüllerinde kavga gönüllerinde zafer
Bebelerinin hasreti içlerinde gömülü
Can yoldaşlar saklıdır mahzenlerinde
...
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophane’nin karanlık sokaklarında
Koyun koyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
23.45
Zorlu, kahırlı zamanlarda yazılmış, yürekte taşınan direncin, umudun sembollerinden biri olmuş o şiiri bir de o koca çınarın, Vedat Türkali’nin sesinden dinleyelim. Sonra sıkılı yumruklarımızla hep birlikte söyleyelim; Bekle Bizi İstanbul…
00.30
Vedat Türkali, İşte Özgürlük
Çat diye çatlayıverdi penceremdeki cam
Gün ışığından
Bir baktım dünya başlamış
Dudakların da vardı mini minicik dudakların
Yastıkta
Sonra haber başladı bıraktığımız yerden
İşler yolunda
Yollar uzayıp gitmiş yıldızlara kadar
Günaydın çocuklar
Haydi kalkın
Sen kavgada güzelsin
Şeftali dalında
İstanbul seninle güzel
İstanbul dendi mi İstanbul
Bitmesin Süleymaniyen martıların eksilmesin
İşte merhaba işte yollarındayım
Ne penceremde demir ne kapımda kilit
Bitti yeşilin mavinin derdi
Ekmek parası var şimdi kafamda
Yumruklarım cebimde şimdilik
Çoktan yollara düştü kayışlar bobinler
Sabah karanlığında açtılar kenti
Sesler geliyor fabrikalardan
Siz kanterlere battınız ben başıboş
Bu çeşme bu yol bu alan
İnanın tadı yok sizi düşünmedim mi
Bulvarda yapraklardan bana ne
Dizi dizi arabalar insanlar
Bana ne bunların gidiş gelişlerinden
İşte Balıkpazarı işte mavnacılar
Elmanın iyisi dört yüz kuruş
En öndeki elma iri elma kırmızı elma
Haberin var mı oğlumun dişlerinden
…
Bir rüzgâr geçsin İstanbul’un üstünden
Bacalarda dumanlar eğri büğrü
Maviler gülsün ırıplar gülsün Boğaz’da
Bir de aslanı bağlayalım
Ekmeği ağzında tutan aslanı
Çocuklar gülsün
Bir de biz gülelim caddeler boyunca
Zenginin zalimin gül benzi solsun
İstanbul dediğin İstanbul olsun
Gün bitti bitecek yılanlı yüzlerde
Bugünde ellerim boş eve dönmeli
Parklardan köprülerden fabrika önlerinden
Pencerelerde bekleyen çocuklara doğru
Şimdi milyonlarcayız bu akşam saatinde
Bak şu yıldızlara mavi alınmasın
Alıp gitti martılar şimdi Kızkulesi’ni
Başlasın Unkapanı Köprüsü karardı Haliç
Kasımpaşa ekmeğini bekliyor bu akşam saatinde
Korkakların kahpelerin düşmanın görmedikleri
Karanlığın arkasında bekliyor bu akşam saatinde
İstanbul büyük kent
Akşam oldu kalktı yürüdü elektrik direkleri
Tarihin vadettikleriyle sabırlı
İstanbul kavgasında bekliyor bu akşam saatinde
Sokaklar bitti şimdi evler başlıyor
Ekmeğini bekleyen evler başlıyor
Öyle bakıp durmayın pencerelerden
Ellerim boş
Merhaba çocuklar sabahı bekleyelim.