Buradasınız
Efendilerin cenneti, emekçilerin cehennemi…
7 Kasım 2020 - 10:00
Çarlık Rusya… Avrupa kıtasının kuzeyindeki Baltık kıyılarından Asya kıtasının kuzeydoğusuna kadar, oradan da Amerika kıtasındaki Alaska’ya kadar uzanan koca bir imparatorluk… Güneyde Kafkaslara ve Karadeniz’in kuzey kıyılarına, doğuda ise Türkistan’a dek yayılmış dev bir coğrafya... 1500’lü yıllarda kurulan bu imparatorluk, 1917 yılına kadar onlarca ülkeyi ve yüzlerce halkı yutmuş haldeydi. Dünyanın 6’da 1’i Rus İmparatorluğu’nun boyunduruğu altındaydı.
İmparatorluğu 300 yıldır Romanov Hanedanlığı yönetiyordu. Dünyanın en zengin ailesiydi Romanovlar, servetleri insanın tahayyül sınırlarını aşıyordu. Rus imparatoru olan Çar’ın ve ailesinin 75 milyon dönümden fazla toprağı vardı. Altınlar, elmaslar, kürkler, çeşit çeşit lüks mallar, ülkenin dört yanına kurulmuş saraylar… Romanovlar, kendilerini tanrı katında görüyor, efendilere layık görüldüğü gibi yiyor, içiyor ve yaşıyorlardı. Yoksul milyonların nasıl yaşadığı, ne acılar çektiği zerrece umurlarında değildi. Bir Kırgız şairi Çar’ın zulmünü şöyle betimliyordu:
Adalet kalmadı köyde
Çiftçinin elinden toprağını aldı,
Fakirden korkusuz eri aldı.
Vergi diye malı-mülkü aldı,
Malsız olanlar biçare kaldı.
Vergisini tam vermeyince
Öfkelenip dövdü herkesi.
Fakirin fukaranın
Aldı koynunda yatan yârini.
İmparatorluk üzerindeki hâkimiyetlerinin kendilerine Tanrı tarafından bahşedildiğine inanıyorlardı hanedan üyeleri... Tarih boyunca başka coğrafyalardaki saraylara yerleşmiş tüm hanedanlar gibi, güçlerinin Tanrısal olduğu yalanına büyük çoğunluğunu köylülerin oluşturduğu halkı da inandırmışlardı. Milyonların emeği üzerinde kurdukları zenginlik onları kör etmişti: Kendilerini vazgeçilmez telakki ediyorlardı. Onlar olmadan Rusya da olmaz, halk da olmazdı! Tüm despotlar gibi Çarlar da kendilerini çoban, halkı da sürü olarak görüyorlardı. Halka bir yük hayvanı gibi davranmak gerektiğine inanıyorlardı: Kamçı halkın sırtından eksik edilmemeliydi, bazen de halk okşanmalı ve ulufe dağıtılarak ödüllendirilmeliydi tabii…
Haksızlık ve zulüm karşısında sesini çıkartanlar Çarlığın sopasıyla karşılaşıyorlardı. Dev bir ülkeyi yönetmek için dev bir ordu, dev bir bürokrasi, dev bir polis gücü bulunuyordu Rusya’da. Fakat ne demiş atalarımız? Zulümle abat olanın akıbeti berbat olur! Bu denli ihtişam ve güçle donanmış Romanovlar için bile güzel günlerin sonu gelecekti.
Hey hey, ho! hey hey!
Bir kez daha, bir kez daha
Mavnayı çek nehrin akıntısına doğru,
Volga nehri geniş, uzaklara akıyor
Mavnalar yüzerken
Güneşe şarkımızı söylüyoruz...
Mavnayı ve gemileri nasırlı elleriyle çeken Burlakların dilinden iniltiyle dökülen bir ağıtın dizeleridir bunlar… Rusya’da emekçi halkın acıları kimi zaman bir resimde, kimi zaman bir roman ya da şiirde, kimi zamansa bir ağıtta karşılık bulmuştur. Burlaklar yüzlerce yıl bu ağır yükün altında ezilirken güneşe söylemişlerdir şarkılarını. Güneşe söylemişlerdir ama yüzleri geleceğe dönüktür… Zaman ağır ağır akacak, onların çocukları ve torunları başlarını kaldırıp özgürlük şarkıları söyleyeceklerdi.
Demiryolları uçsuz bucaksız Çarlık Rusya’sını birbirine bağlıyordu. Gözlerimizin içine içine bakan, elindeki koca balyozu omzuna atan bu çocuk da bir demiryolu işçisi... Kinini işliyor o demirlere, zulme karşı öfkesini! Bekliyor ağır ağır sıranın kendisine, kendi sınıfına geleceği günleri… 1917 yılında Çarlık Rusya’da işçi sınıfı birleşti, örgütlendi ve bir balyoz olup hayatı cehenneme çevirenlerin iktidarını alaşağı etti!
Başlarında çatkıları köylü kadınlar ve çocuklar tarlada çalışıyor. Ne çok benziyorlar bu toprakların kadınlarına… Onların da günleri bin bir cefaya katlanarak koca sepeti doldurmakla geçiyor o zamanlar belli ki. Kimisinin eli belinde, kimisinin iki yana düşmüş. Ama hepsinin gözlerinde aynı bakış: Biraz isyankâr, biraz şaşkın, biraz yorgun… Fotoğraf belli ki sonradan renklendirilmiş. Yeşille, beyazla, maviyle donatılmış. Hâlbuki o günlerde hayatın rengi soluktu, gri gibiydi. Ancak her şeye rağmen günler hayatı gerçekten canlı renklerle bezeyecek zamana doğru akıyordu.
Çok uzaklardan geliyoruz
çok uzaklardan…
Ve artık
saçlarımızı tutuşturarak
gecenin evinde yangın çıkaracağız
…ve kıracağız
karanlığın camlarını!
Ve bizden sonra gelenler
demir parmaklıklardan değil,
asma bahçelerden seyredecek
bahar sabahlarını, yaz akşamlarını…
Nazım Hikmet
Bir tezgâhın başında sıra sıra dizilmiş işçiler… Sanki fotoğraftaki beyaz beton sütunlar gibiler, kaskatı… Kumaş dokuyorlar Çara, Çariçeye, burjuvalara... Bir kere bile görmedikleri ziyafet sofralarının beyaz örtüsü oluyor belki ellerinden akan kumaşlardan bazısı, perde oluyor belki saraylara, konaklara… Ama ilmek ilmek dokudukları sadece kumaş değildi elbet! 1917 yılında “Ekmek, özgürlük ve barış” özlemiyle sokaklara dökülüp, devrimin kıvılcımını çaktıkları güne kadar mücadeleyi de dokudular. O hünerli elleriyle, sabırla, cesaretle, ustalıkla dokudular.
UİD-DER’li işçilerden mesajlar: Sömürüsüz dünyanın yolunu gösterenlere selam olsun!
Bugün 7 Kasım, 1917 Ekim Devriminin yıl dönümü… Tüm işçi kardeşlerimizi özgürlük ve barış duygularıyla selamlıyoruz. Şanlı Ekim Devrimi tüm dünyada işçi sınıfının doğru bir önderliğe sahip olduğunda neler yapabildiğinin somut bir örneğidir. Bizler işçi sınıfının mücadeleci kadınları olarak umutlarımızın, hasretlerimizin gerçeğe dönüşebileceğini, işçi sınıfının bambaşka bir dünyanın kapılarını aralayabileceğini biliyoruz. Bir asır sonrasına, bugünün karanlığına ışık olan bir meşaledir Ekim Devrimi. 103. yıldönümünde Ekim’i yaratanlara ve onun meşalesini bugüne taşıyanlara selam olsun!
Sefaköy’den emekçi kadınlar