Buradasınız
24 Ocak Kararları Aynasında 12 Eylül ve İşçi Sınıfı
12 Eylül 2021 - 17:00
Bugün 12 Eylül. 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin 41’inci yıldönümü. İşçi sınıfı bugün çok ağır sorunlarla boğuşuyorsa, örgütlülüğü ve dayanışması zayıflamışsa, tarihsel hafızası ve sınıf bilinci soldurulmuşsa bunun en büyük nedeni 12 Eylül darbesidir. 12 Eylül darbesi işçi sınıfını ve örgütlerini ezmek, sermaye sınıfına dikensiz gül bahçesi yaratmak için yapıldı. Kapitalistler sınıfının kârlarını arttırmak için işçilerin mücadelesini silah zoruyla bastıran bir baskı rejimi kurulabilmesini sağladı. İşçi sınıfına büyük bedeller ödeten 12 Eylül, sermaye sınıfını şaha kaldırdı. Darbeden evvel çıkarıldığı halde uygulanması ancak darbeden sonra mümkün olabilen 24 Ocak kararları, bu şahlanışın arkasındaki en temel nedenlerden biridir ve 12 Eylül darbesinin neden ve kime karşı yapıldığının somut kanıtıdır.
Darbeden yaklaşık 9 ay evvel, 24 Ocak 1980’de, sermaye sınıfının ortak talepleri doğrultusunda bir dizi ekonomik karar alınmıştı. Adına “yapısal dönüşüm programı” denilen bu kararların alınmasında IMF, Dünya Bankası gibi emperyalist güçler, bu süre zarfında kurulan hükümetler, TÜSİAD, TİSK, MESS gibi sermaye örgütleri ve darbeciler tam bir fikir birliği içindeydi. Fakat bu kararların uygulanması büyük grevlerle, direnişlerle, kitlesel gösterilerle gücünü ortaya koyan işçi sınıfı engeline takılıyordu. Sermaye sınıfı, ancak 12 Eylül darbesiyle 24 Ocak kararlarını hayata geçirebildi. Peki, tüm kazanımlarını yok ederek işçi sınıfını geriye savuran ve sermaye sınıfını ihya eden bu kararların özü neydi?
Cumhuriyetin kurulmasından itibaren egemen güçler, Türkiye’de bir burjuva sınıfın oluşması ve güçlenmesi için çaba göstermişlerdi. Devlet, sermayenin güçlenmesi için işçi ve köylüleri zorunlu çalışmaya, angaryaya, düşük ücrete maruz bırakmış, uzun yıllar iş kanunu çıkarmamış, toplu iş sözleşmesi ve grev hakkını tanımamıştı. Bu sayede Türkiye’de bir burjuva sınıf oluşmuş ve büyümeye başlamıştı. 1960’lardan itibaren Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı gibi sermaye grupları güçlenmiş, palazlanmıştı. Sermaye sınıfı, rekabet yeteneğini arttırmak ve uluslararası kapitalizme derinden entegre olmak istiyordu. Oysa işçi sınıfı hareketinin iyice yükseldiği 1970’lerde bunun başarılması imkânsızdı.
Bu yıllarda işçi ve emekçiler sömürüsüz bir dünya özlemiyle mücadele edenlerin sesine kulak veriyor, işyerlerinde, sendikalarında, derneklerinde, partilerinde örgütlenmekten, hakları için mücadele etmekten geri durmuyorlardı. Patronlar sınıfı ise, her ne pahasına olursa olsun işçi sınıfını durdurmak, sömürüyü dizginsizce arttırmak, büyümek ve uluslararası kapitalizme derinden entegre olmak istiyordu. 24 Ocak kararlarının ve 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin yolunu döşeyen de sermaye sınıfının bu arzusuydu. Krizin iyice derinleştiği, işçi sınıfının mücadelesinin iyice yükseldiği 1970’lerin sonunda darbe planları hazırlanmaya başlandı. Askeri darbeye zemin hazırlamak için sendikacılar, yazar ve aydınlar katlediliyor, grevci işçilere saldırılar gerçekleştiriliyor, mezhep farklılıkları kışkırtılarak kitlesel katliamlar düzenleniyordu. Toplumda bir kaos olduğu ve düzeni sağlamak için ordunun müdahalesinin şart olduğu algısı yaratılmak isteniyordu.
1980’e gelindiğinde Türkiye siyasi açıdan büyük bir bunalım içindeydi. Hükümetler olağan yöntemlerle toplumu yönetemiyordu. Partilere olan güven azalmıştı. Vadesi gelen dış borçlar ödenemiyor, karaborsa ve kuyruklar artıyordu. Süleyman Demirel’in başında bulunduğu azınlık hükümeti, IMF ve Dünya Bankasının direktifleriyle Turgut Özal’a yazdırılan 24 Ocak kararlarını bir gecede onayladı. Fakat mevcut koşullarda kararların uygulanması hiç de kolay değildi. Sermaye sınıfı, artık açık açık bu koşullardan çıkışın yolunun askeri darbede olduğunu söylüyor, darbe çağrıları yapıyordu. Sonunda ABD emperyalizminin de güvencesiyle topluma en sert yumruğun vurulması kararı alındı ve 12 Eylül askeri faşist darbesi düzenlendi.
Darbeciler sermayenin önündeki engelleri bir bir temizlediler. Yasama, yargı ve yürütme gücü darbecilerin elinde toplandı. Bütün siyasi partiler kapatıldı. Meclisin faaliyetleri durduruldu. Anayasa askıya alındı. Muhalif kesimler tutuklandı, işkence gördü, darağaçlarında katledildi. Sendika ve derneklerin faaliyetleri durduruldu, grevler yasaklandı. Medya susturuldu, gazeteler ve dergiler kapatıldı, kitaplar toplatıldı. Gösteri ve yürüyüş hakkı ortadan kaldırıldı. 24 Ocak kararları ancak bu koşullar altında, yani tüm toplumsal muhalefet etkisiz hale getirilerek hayata geçirilebildi.
Bu kararlarla Türk lirasının değeri yüzde 49 oranında düşürüldü. Uluslararası banka ve sermaye çevrelerinin Türkiye’de yatırım yapması, ortaklıklar kurması kolaylaştırıldı. Eğitim, sağlık, ulaşım, enerji ve benzeri kamu hizmetlerinde özelleştirmelerin önü açıldı. Sendikalaşma ve grev gibi hak arama eylemlerine yasaklamalar getirildi. Esnek çalışma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma ile ucuz işçiliğin önü açıldı. Sermaye sınıfına vergi kolaylığı getirilirken işçi ve emekçilerin sırtındaki vergi yükü arttırıldı. Kısacası ekonomik, demokratik ve sosyal haklar yok edildi. İşçi sınıfı, etkisi on yıllar sürecek örgütsüzlük, yenilmişlik ve suskunluk atmosferine hapsedildi.
24 Ocak kararları aslında tüm dünyada hayata geçirilen neoliberal saldırı programlarının Türkiye versiyonuydu. ABD ve İngiltere’nin öncülüğünü yaptığı neoliberal saldırı dalgasının Türkiye’deki koçbaşları, darbeciler, sağcı, milliyetçi partiler ile patron örgütü TÜSİAD oldu. Bu kararlar “reform”, “ıslahat”, “devrim” gibi adlandırmalarla, “çağ atlıyoruz” yalanlarıyla propaganda edildi. Süleyman Demirel “yapmakta olduğumuz hareket, yapmakta olduğumuz iş ekonomiyi yeniden yönlendirme ve bir reform, bir ıslahat hareketiydi” diyordu. Darbeci Kenan Evren ise kararları şöyle yorumluyordu: “Öyle bir karara ihtiyacımız vardı çünkü Türkiye batağa gidiyordu.” Sabancı ise 24 Ocak kararlarını bir depreme benzetiyor, “ilerici fikirler”, “düşünen insanların yapacağı iş” diyerek övüyordu. TİSK Başkanı Halit Narin, darbenin ardından yaptığı ve işçi sınıfına kin kustuğu konuşmasında “bugüne kadar onlar güldü şimdi sıra bizde” diyordu.
Sermaye sınıfının darbeye sevinmesi, 24 Ocak kararlarını övmesi elbette boşuna değil. Bugün işçi sınıfının içinde bulunduğu durum 41 yıl önce içine itildiği kuyunun derinliğini gösteriyor. Bugün asgari ücret ortalama işçi ücreti haline gelmiş durumda. 2005’te 10 çeyrek altın eden asgari ücret 2021’de sadece 4 çeyrek altın ediyor. Türk lirası döviz karşısında büyük değer kaybediyor, enflasyon artıyor, alım gücü giderek düşüyor. Gençler ve kadınlar başta olmak üzere işsizlik almış başını gidiyor. İşsiz sayısı 11 milyonu zorluyor. İşçilerin en ufak hak arama mücadelesi yasaklarla, cezalarla bastırılıyor. Sendikalaşma mücadeleleri birçok fabrikada engelleniyor, grevler yasaklanıyor, direnişler polis baskısıyla karşılaşıyor. Kamu emekçilerine enflasyonun ancak beşte biri kadar zam yapılıyor. Her ay iş cinayetlerinde ortalama 150-200 işçi can veriyor, sorumlular ceza almadan serbest bırakılıyor. İktidar çevrelerine yakın sermaye grupları başta olmak üzere sermaye sınıfı teşviklerle, desteklerle, fonlarla, adrese teslim ihalelerle ihya ediliyor. Hiçbir denetim ve yaptırıma tabi tutulmadan her yere beton dökerek, inşaat yaparak, HES’ler, RES’ler kurarak, ormanları, yaşam alanlarını, çevreyi tahrip ederek büyümeleri sağlanıyor. Halkın ekmeği küçülürken bir avuç sermayedarın kârları astronomik şekilde büyüyor…
Hal böyleyken rakamlara taklalar attırarak büyüme ve refah masalları anlatılıyor, gerçeklerin üzeri örtülmek isteniyor. Fakat hem geçmişin acı dersleri hem de bugün yaşadıklarımız egemenlere kanmamak gerektiğini apaçık gösteriyor. Hem 12 Eylül’ün hem de bugünün siyasi iktidarının yarattığı karanlığı dağıtmak, sermaye sınıfından hesap sormak mümkündür. Bunun için siyasi iktidarın yalanlarına kulaklarımızı tıkamalı, işçi sınıfının penceresinden bakıp gerçekleri görmeli, haklarımız ve geleceğimiz için birleşip mücadele etmeliyiz.