Fırtınadan Sonra
Aydınlı’dan bir kadın işçi
“Yaşamını cesurca düşüncelerine kurban edenlerin sonsuza dek adları ve şerefleri var olsun!”
Türkçesi ilk kez 1974 yılında yayınlanan Fırtınadan Sonra adlı romanında, Howard Fast, Amerika’da 8 saatlik işgünü mücadelesi etrafında oluşan işçi hareketinin öyküsünü anlatıyor bizlere bütün canlılığı ve heyecanıyla.
Amerika’da 1877 yılında patlak veren büyük demiryolu grevi, işçi hareketinin uyanışını temsil etmesi bakımından önemli bir dönemeç noktası oluşturuyordu. Kendiliğinden ve örgütsüz bir şekilde patlak veren bu grev, çeşitli bölgelerdeki demiryolu yapımlarını birbiri ardına durdurmuş ve ülkenin daha önce başına gelmemiş büyüklükte bir işçi hareketinin doğmasına neden olmuştu. Hareket ilerledikçe kendi önderlerini de yarattı ve Albert Parsons böyle doğdu.
Bu hareketin öne çıkardığı Parsons, bir işçi önderi olarak, sonraki yıllarda belediye meclis üyeliği, vilayet sekreterliği ve mebusluk yaptı. Chicago’nun ilk esnaflar derneğini kuran ve bu derneğin ilk başkanı olan Parsons, basın işçileri sendikasının kurulmasına da öncülük etti. 1880 yılında ise İşçi Partisinden milletvekili adayı oldu.
Parsons, zaman içinde, adam kandırma, oyların alınıp satılması ve gerektiğinde insanların yok edilmesi gibi burjuva politik dolaplara yakından şahit olur. Birlikte çalıştığı işçi arkadaşlarından biriyle yaptığı konuşmasında şu cümleleri sarf ediyordu: “Bir adamı günde 12 saat çalıştırıp yaşaması için gerekli paranın yarısını ver, sonra da dikkatli ve haklı bir oy vermesini bekle. Çocukları açlıktan ölüyorsa, oyunu satar mı satar arkadaş, ben bunu bilir bunu söylerim.” Bu yüzden, bundan sonraki mücadelenin işgününü sekiz saate indirmek ve bunu patronlar sınıfına kabul ettirmek yolunda olacağını belirtiyordu.
Parsons daha sonra İşçi Partisinden ayrıldı ve Uluslararası İşçi Örgütüne girerek burada gerçekten devrimci bir sosyalist oldu. Sonrasında da işçileri örgütlemek için tüm Amerika’yı dolaşmaya başladı. Gezmediği kasaba kalmamıştı. Kömür ocaklarını geziyor, işçilerle konuşuyor, onlarla birlikte yaşıyordu. Yüzlerce mil ötede de olsa onun katılmadığı bir işçi ayaklanması yoktu. Elinin ulaştığı her yerde işçi sınıfını devrim mücadelesi yolunda örgütlemeye çalışıyordu. Kendisi gibi mücadele eden sosyalist arkadaşlarıyla, örgütlerinin ilk haftalık İngilizce dergisi olan Alarm’ı çıkardı ve editörlüğünü yaptı. Bütün bu yaptıkları, uğrunda yaşamını feda edeceği şeyin, yani sosyalizmin güzel ve özgür yarınlarının kurulması içindi.
Bu arada, her yerde dalga dalga grevler, mitingler toplantılar işçi sınıfını sarmaktaydı. Her yerde çatışmalar baş gösteriyor, askerler ve polisler katliamlara girişiyordu. Yine de tüm bu saldırılar Amerikan işçi sınıfını yıldıramadı ve 1 Mayıs 1886’da genel greve gidildi. İşçi sınıfı 8 saatten fazla çalışmayacağını burjuvazinin yüzüne haykırdı. Bir işçi 1 Mayıs genel grevine dair şunları anlatıyordu: “Amerikan işçisinin bir günü, baştan sona bizim olan bir gün, çalışma saatini sekize indirme davamızda yılmazlığımızı ve birliğimizi damgalayacak günümüz.”
1 Mayıs günü birçok yerde ve özelikle sanayi kentlerinde işçiler iş bırakarak sokaklara çıkarlar. Tüm tehditlere ve baskılara rağmen Chicago’da 80 bin, ülke genelinde ise 350 bin işçi greve çıkar. 1 Mayıs günü burjuvazi, Pinkertonlar denen paramiliter grupları Chicago’ya yığar. Polis baştan aşağı silahlandırılır ve bütün sokak serserileri işçilere karşı kullanılmak üzere milis grupları şeklinde örgütlenir. Ancak yığınlar bunlara aldırmadan meydana ilerler ve o gün hiçbir çatışma yaşanmaz.
3 Mayısa gelindiğinde ise McCormick Harvester fabrikasının grevdeki işçileri grev kırıcıların üstüne yürür ve fabrika polisi silahsız olan grevcilere ateş etmeye başlar. Bunlar yetmezmiş gibi, kurşunlardan sakınmayan işçilerin üzerine coplarla saldırarak döve döve dağıtır. Bunun üzerine, August Spies’ın girişimiyle Arbeiter Zeitung gazetesi, bu olayı protesto etmek için herkesi Haymarket meydanında toplanmaya çağırır.
İşte bu saatten sonra da eli kanlı burjuvazinin oyunları başlar. Konuşmacılar Albert Parsons, August Spies ve Samuel Fielden’dır. Konuşmalar yapılmış ve miting dağılmak üzereyken polis etrafı sarmıştır. Ve o anda meydana bomba atılır. Polis korkunç bir saldırı başlatır, işçilerin üzerine kurşun yağdırmaya başlar. Rasgele açılan ateş sonucu 6 polis ve 10 işçi ölür, yüzlercesi de yaralanır.
Tüm bu oyunun parçası olarak kentte isyan alarmı verilir. Polisler, kuşkulu buldukları herkesi, ki bir işçi tulumu görmeleri yeterlidir, gece yarıları evlerinden alıp tutuklarlar. Ülkenin batısındaki Pinkertonlar Chicago’ya çağrılır. Yaklaşık bin kişi tutuklanır, ama Parsons yakalanamaz. Çılgına dönen burjuvazi onu ele geçiren Pinkerton dedektifine 10 bin dolar ödül verileceğini açıklar.
Kavga dostları August Spies, Michael Schwab, Samuel Fielden, Adolph Fisher, George Engel, Oscar Neebe, Louis Lingg’in yakalanmasıyla birlikte Albert Parsons da teslim olur.
Amerikan burjuvazisi, bu davayı işçi hareketini bastırmak için bir fırsata dönüştürür. Yargılama, uydurma ve düzmeceden başka bir şey değildir. Jüri seçimlerinde bir tane bile sanayi işçisi alınmamıştır. Jüri üyelerinin tamamı büyük patronların dostları ve burjuva sınıfın üyesidirler. Özenle seçilerek oluşturulan jüriye ek olarak yalancı tanıklar da bulunur ve duruşmalar başlatılır. Sonucu baştan belli olan yargılamada yedi işçi önderi Albert Parsons, August Spies, Samuel Fielden, Adolph Fisher, George Engel ve Louis Lingg, Haymarket’e bomba attıklarından dolayı idama mahkûm edilirler. Oscar Neebe’ye ise on beş yıl ağır hapis cezası verilir. Sonraki aylarda Michael Schwab ve Samuel Fielden’in cezası da müebbede çevrilir.
İdam kararının verilmesine işçi ve emekçi kitleler büyük tepki gösterirler. Öylesine bir basınç oluşur ki, birçok aydın ve devlet görevlisi idama karşı olduklarını açıklamak zorunda kalır. Oluşan hava, neredeyse patronların yakaladıkları fırsatı kaçırmalarına yol açacak denli güçlüdür. Ama patronlar sınıfı fırsatı kaçırmaya niyetli değildir. Haymarket provokasyonuna benzer ikinci bir girişimi tezgâhlamaya karar verirler. Polis ajanları bir gece yarısı Louis Lingg’in hücresine girer ve Lingg’in ağzına dinamitler yerleştirip uzaktan patlatırlar. Ertesi gün burjuva medya bu olayı çarpıtarak yansıtır ve tüm olanaklarını kullanarak idama karşı oluşan havayı dağıtmayı başarır. İşçi önderleri 11 Kasım 1887’de idam edilirler.
Ancak Parsons ve yoldaşlarının, düzenin kanlı cellâtları tarafından katledilmeleri, Haymarket davasını kapatmaya yetmez. Bu öyle bir davaydı ki ne cellâtlar ne de bir hapishane hücresi davayı kapatmaya yetmiyordu. Parsons’ın varlığı Chicago’dan gitmiyordu. Parsons çoktan ölmüştü ama kentin içinden yok olmasına yetmiyordu bu. O, beceriksizce basılmış broşürlerde yaşıyordu. Chicago’da sık sık patlak veren grevlerde fabrikalarını korumakla görevlendirilen grev gözcülerinin kararlı yüzlerinde yaşıyordu. Bu yüzden 26 Haziran 1893’e gelindiğinde, burjuvazi, Samuel Fielden, Oscar Neebe ve Michael Schwab’ı “affetmek” zorunda kaldı.
1886-87 yıllarında yaşanan bu olaylar, sınıf mücadelesinin Amerika’daki sert karakterini açığa vurması bakımından çarpıcıdır. Çünkü 8 saatlik işgünü talepleriyle başlayan eylemler giderek kapitalizmin temellerine yönelmekteydi. Bundan korkan egemenler, kan üzerine kurulu düzenlerini korumak için, “hak, adalet ve hukukun üstünlüğü” gibi ilkelerini ve yerlere göklere sığdıramadıkları burjuva demokrasisinin üzerindeki örtüyü bir çırpıda fırlatıp attılar.
Burjuvazinin işçi sınıfına saldırılarının arttığı, bilinçlerinin burjuva ideolojisiyle köreltildiği bir dönemde tarihsel hafızamızın tazelenmesi açısından “Fırtınadan Sonra” kitabını okumak oldukça yararlı olacaktır. Lucy Parsons’un dediği gibi: “Küçücük bir cesaret kıvılcımı kaldığı sürece adalet yeryüzünden yok olmayacak.” Bu kıvılcım 1886’dan bu yana bu mücadeleye gönül vermiş sınıf bilinçli işçilerin yüreklerinde, alanlarda, kavgada alevlenerek can bulmaya devam ediyor. Ve bu alev topu, asalak burjuvaziyi ve onun bizlerin üzerinden kurduğu sömürü düzenini yeryüzünden silip özgür, insanca yaşamın var olduğu güneşli günleri yaratana kadar yanmaya devam edecek.
Albert Parsons, çocuklarına yazdığı mektupta, “Babanız özgürlük ve mutluluk uğruna gönüllü olarak canını vermiş bir kurbandır. Size miras olarak şerefli bir ad ve yerine getirilmiş bir görev bırakıyorum, onu koruyun, bu yolda yürüyün. Bu mektubu yalnız sizin için değil daha doğmamış çocuklar için de ölen bir kişinin ölüm yıldönümlerinde okumanızı istiyorum…” diyordu. Bizler, Parsons’ın uğruna yaşamını feda ettiği o yüce davanın peşinden gitmeli, devrimci mirasa sahip çıkarak onu taçlandıracak iktidarımızı ellerimizin üzerinde yükseltmeliyiz. Bu bilinçle, henüz yerine getirilmemiş bu görevi devralarak işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayısları özüne yaraşır bir biçimde kutlamalı, Amerikalı işçilerin başlattığı mücadele geleneğine militan sınıf tavrımızla sahip çıkmalı, yakılan kıvılcımı dünyayı yakacak devrim ateşine dönüştürmek üzere büyütmeliyiz.
UİD-DER’den Okuma-Yazma Kursu
Deri-İş’ten Basın Açıklaması
Son Eklenenler
- Türkiye’de seçimler öncesinde çok sayıda emekli eylemi gerçekleşti. Emeklilerin yaşadığı sorunların sandığa yansıyarak yerel seçimleri etkilediği herkesin malumu… Sorunlarımız bitmedi ve seçim sonrasında da emekliler olarak taleplerimizi haykırmaya...
- Merhaba dostlar; bizler İstanbul’dan bir grup öğretmeniz. 1 Mayıs’a yaklaşırken duygularımızı siz işçi kardeşlerimizle paylaşmak istedik. Öncelikle her sene olduğu gibi bu sene de 1 Mayıs coşkusunu haftalar, aylar öncesinden hissetmeye başladık. O...
- Öz Gıda-İş Sendikasında örgütlü işçilerin 7 Marttan beri grevde olduğu Abalıoğlu Lezita fabrikasında 16 Nisanda jandarma işçileri ve sendikacıları darp etti ve ters kelepçeyle gözaltına aldı. Yaralanan 8 işçi hastaneye kaldırıldı. İzmir Kemalpaşa’da...
- 17 Nisan Sağlıkta Şiddete Karşı Mücadele Günü kapsamında Türkiye’nin pek çok kentinde sağlık emekçileri basın açıklamaları gerçekleştirdi. 12 yıl önce Gaziantep’te görev sırasında katledilen Dr. Ersin Arslan ve sağlıkta şiddet sonucu yaşamını...
- Bursa’da faaliyet gösteren Durak Tekstil’de 6 işçi Öz İplik-İş Sendikasına üye oldukları için işten atılmış ve fabrika önünde direnişe geçmişlerdi. 6 Şubattan itibaren direnişlerine kararlı bir şekilde devam eden Durak Tekstil işçileriyle dayanışma...
- Sermaye sınıfı ve iktidar bizi bir birey, bir insan olarak değil sadece ucuz işgücü kaynağı olarak görüyor. Çok çocuk doğurmamızı, gelecek işçi kuşaklarını yetiştirmemizi beklerken, kadın istihdamını teşvik ettiklerini söylerken, doğum ve emzirme...
- Adıyaman’ın Besni ilçesinde bulunan Mega Polietilen fabrikasında 2 aylık ücretleri gasp edilen işçiler 8 Nisanda iş bırakarak direnişe başladı. 15 Nisanda BİRTEK-SEN’in çağrısıyla fabrika önünde bir dayanışma eylemi yapıldı. 5 Nisandan bu yana...
- İşçi sınıfının 8 saatlik işgünü için mücadelesinden doğan 1 Mayıs’ın 138 yıllık bir tarihi var. Kuşaklar boyunca kadın ve erkek işçiler işgününü 8 saate indirmek için mücadele ettiler ama bu mücadele işgününün kısaltılması talebiyle sınırlı kalmadı...
- Hepimiz artan hayat pahalılığından şikâyet ediyoruz. Geçimimizi sağlamakta, ay sonunu getirmekte zorlanıyoruz. Çarşı-pazarda, marketlerde hep aynı sohbeti yapıyor, aynı dertten yakınıyoruz: Hayat çok pahalı! Çoğumuz için tatil yapmak, hafta sonu...
- İsrail’in Gazze’ye saldırıları altıncı ayını geride bırakırken altı aydır meydanları dolduran İngiltereli işçi ve emekçiler “acil ve kalıcı ateşkes” ve “İsrail’e silah satışının sonlandırılması” talepleriyle bir kez daha meydanlara çıktı. 13 Nisanda...
- Otuz yıl boyunca kesintisiz çalışmış, ücreti daha cebine girmeden SGK primleri ve vergileri kesilmiş, EYT’li emekli bir işçiyim. 2024 yılı Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından emekliler yılı ilan edildi ama emekliler sefalet içinde yaşamaya mahkûm...
- Ezilenlerin safında mücadele eden, şiirlerini ve oyunlarını işçi sınıfına adayan Bertolt Brecht, “Yarının Büyüklerine Şiirler” kitabında, beşiğinin başucunda oğluna seslenen bir ananın ninnisine yer verir. Geçmişten bugüne ninniler, çocukların...
- Sevgili işçi kardeşlerim, hepinize merhaba. Bu mektubumda sizlerle sözü eğip bükmeden konuşmak ve gerçekler üzerine hasbihal etmek istiyorum. Yani gerçekleri olduğu gibi konuşalım. Biliyorum ki kursağınıza giren her lokmayı alın teriniz, elinizin...