Buradasınız
Avukat Ş. Ceren Uysal ve Meryem Asıl ile İş Kazaları Üzerine
Her ay onlarca işçi, sermayenin doymayan kâr hırsı nedeniyle iş kazalarında yaşamını kaybediyor ya da ömür boyu sakat kalıyor. Hemen her gün fabrikalardan, tersanelerden, madenlerden ve inşaatlardan ölüm haberleri geliyor. En basit iş güvenliği önlemlerini bile “masraflı” ve “gereksiz” gören patronlar, gerekli önlemleri almıyorlar. Devlet ise, üstüne düşen denetleme görevini yapmıyor. Böylece her ay ortalama 100’den fazla işçi yaşamdan ve ailelerinden kopartılıyor. İşçilerin sorunlarına sahip çıkan, işçilerin birleşmesi ve haklarını aramaları için çalışan UİD-DER’in, iş kazalarına karşı duyarlılığı arttırmak ve ölümlere dur demek amacıyla başlattığı kampanya tüm hızıyla sürüyor. Kampanya çerçevesinde, iş kazalarında yakınlarını yitiren işçi aileleriyle ve işçi çocuklarıyla röportajlar yapıyor ve yaşanan dramı yansıtmaya çalışıyoruz.
Ayrıca gerek web sitemizde gerekse İşçi Dayanışması bültenimizde iş kazası geçiren işçilerin haklarının neler olduğuna dönük yazılar da yayınlıyoruz. İş Hukuku üzerine çalışan avukatlarla yaptığımız röportajlarda; iş kazası geçiren işçilerin ne oranda dava açtığının, ne gibi sıkıntılarla karşılaştıklarının, yasaların ne ölçüde işçilerin yanında olduğunun, patronların iş kazası geçiren işçileri nasıl aldattığının ve yasal düzeyde neler yapılması gerektiğinin izini sürdük. Aşağıda, aynı zamanda derneğimiz UİD-DER’in avukatları olan Şerife Ceren Uysal ve Meryem Asıl ile yaptığımız röportajı yayınlıyoruz.
“İş Kazaları Kader Değildir, İşçi Ölümlerini Durduralım” kampanyamızı biliyorsunuz. İş hukuku avukatları olarak anlatacaklarınızın işçi arkadaşlarımız için büyük faydası olacak. Bu nedenle bir aradayız. Öncelikle şunu sorarak başlayalım: İş kazası geçiren işçiler size hangi taleplerle geliyorlar?
Ş. Ceren Uysal: Bizden hukuki yardım isteyen işçiler, genellikle artık hukuki alanda hakkını aramak isteyen işçiler oluyor. Kaza geçirdikten sonra işçi, telefonla arayarak iş kazası bildiriminin yapılıp yapılmadığını, yapılmazsa ne olacağını öğrenmek istiyor. Ama daha çok görüştüğümüz, uzun uzun sorunlarını dinlediğimiz kesim artık dava açmaya karar vermiş kesim oluyor. Taleplerini, kaza karşısında yaşadıklarına ve birçok şeye bağlı olarak iki ana grupta ele alabiliriz. Birincisi bir kaza geçirmiş, haksızlığa uğradığının bilincinde. İşveren tarafından sadece hastane masrafları karşılanmış. Ya da o bile karşılanmamış, maddi mağduriyet de yaşamış. Bu mağduriyetinin karşılanmasını istiyor. İkincisi, geniş bir kesim de var ki kaza geçirdiğinde yaşadıklarının ciddi anlamda bir onursuzlaştırma olduğunu, kendisine saygısızlık yapıldığını düşünüyor. İnsan yerine konulmadığını düşünüyor ve bu kesimler iş kazası davasını sadece maddi kazanç kaynağı olarak görmüyorlar. Sadece mağduriyetlerinin giderilmesi, zararın tazmini olarak görmüyorlar. Fırsat varsa, zamanında başvurmuşlarsa, hukuki yollar açıksa, ceza davasını da yürütmek istiyorlar. İş kazası davasının ardından ceza davası da açıyorlar. Bunu kendilerine yapılanların karşılığında bir ceza olarak görüyorlar.
İş kazası geçiren işçilerden dava açanların oranı nedir, bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
Meryem Asıl: Bu konuda kesin bir oran vermek mümkün değil. Ancak Türkiye’de genel olarak iş kazalarına baktığımızda her yıl on binlerce iş kazası olduğunu görebiliyoruz. Biz bunların bir kısmını duyuyoruz. Ancak bir kısmından haberdar bile olmuyoruz. Ama iş kazaları oranına göre çok az dava açıldığını söyleyebiliriz. İş kazası davalarının İş Mahkemeleri’nde belli bir yer tuttuğunu söyleyebiliriz. Genel olarak işçiler işyerlerine bağlılıklarından ötürü geçirdikleri küçük kazalarda yargıya başvurmayı çok tercih etmeyebiliyorlar. İşveren zararlarının bir kısmını göstermelik de olsa karşıladığı için bununla idare ediyorlar. Dolayısıyla bu konudaki verilerin gerçeği çok yansıttığını düşünmüyoruz.
C.U: Burada birkaç noktanın üzerinde durmak gerekiyor. Çoğunlukla işçiler geçirdikleri kazanın iş kazası olduğunun bilincinde değiller. Meselâ, işçi işyeri servisinin kapısına sıkışıp yaralandığında bunun bir iş kazası olduğunu bilmeyebiliyor. Ya da öncelikli kaygı işten atılmamak olduğu için kaza geçiren işçi “acaba makineye zarar mı verdim?” diye düşünebiliyor. Kazalar özellikle çok ciddi fiziksel bir hasara yol açmadıysa dava açmayı akıllarına getirmeyebiliyorlar. Bir de şu gerçeklik var: İş bulmanın bu kadar zorlaştığı bir ortamda işçiler dava yoluna giderlerse işsiz kalacaklarından korkuyorlar. “En azından maaşımı alıyorum,” altı ay sonra dönecek bile olsa “en azından dönecek bir işim var” diye düşünüyorlar. Özellikle küçük işletmelerde ve taşeronlaşmanın yaygın olduğu tersane gibi sektörlerde çok farklı ilişkiler devreye girebiliyor. İşçiyi oraya getiren taşeron akrabası olabiliyor. İşçi yine toplumsal baskı altında “sen bu işe patron sayesinde sahipsin. Ekmek yediğin kaba mı pisleyeceksin?” diye düşünebiliyor. Bir diğer konu da iş kazası geçiren işçilerin karşılaştığı baskı, şantaj ve tehdittir. İşçinin dava açmasının önüne geçilmeye çalışılıyor. Bu gerçekleri bildikten sonra, mahkemelerin iş yükü ne kadar olursa olsun, iş kazası davalarının sayısı ne olursa olsun çok az sayıda işçinin dava yoluna gittiği söylenebilir.
Bunun nedenleri arasında işçilerin dava sürecinde karşılaştığı uygulamalar da var mı? İşçiler dava süreçlerinde ne gibi sıkıntılarla karşılaşıyorlar?
M.A: Hukuki süreç iki yönlü işliyor. Özellikle iş kazası davaları diğer iş hukuku davalarına göre çok daha uzun sürüyor. Çünkü burada iki süreç var. Biri sigortanın hazırlayacağı bir kusur ve maluliyet raporu. Biz zaten bize başvuran işçi arkadaşlarımıza bunu hatırlatıyoruz. Diyoruz ki, “sigortaya iş kazası bildirimi yapılıp yapılmadığını öğrenin. Yapılmadıysa bunun için kendiniz başvurun ve sizinle ilgili bir soruşturma dosyası açılmasını sağlayın.” Çünkü dava açıldıktan sonra mahkeme sonucunu çok fazla etkilemese de mahkeme bu raporu bekler. Dolayısıyla o rapor geldikten sonra bilirkişiye gider, kusur oranları belirlenir, tazminat miktarı hesaplanır ve bu olay çok çok uzun bir süreçtir. Yani üç dört yıllık bir süreçten bahsediyoruz. İşçinin gözünü bu da korkutuyor. O kadar zaman, o kadar emek harcayacağını, onca masraf yapacağını düşünüyor. Dolayısıyla işveren bir miktar para verip “gel bu işi kapatalım” diye yaklaştığında insanlar hukuki yollara başvurmaktan, dava açmaktan imtina edebiliyorlar. Dediğim gibi, yargı sürecinin çok uzun sürmesi dava açma oranını etkileyen bir unsurdur.
C.U: Son süreçte şu tip olaylara da tanık olduk. İşverenin verdiği parayı kabul etmekle birlikte işin cezai boyutunda da çaba sarf edenler oldu. Kimi durumda kaza geçiren işçi, kimi durumda ailesi ceza davası için başvurdu. Bugün yaşadığımız ekonomik sıkıntı tablosu düşünüldüğünde kabul edilen bu para ve tazminat bu süreçte bize, şikâyette ısrar edildikten sonra, ilkesel olarak yanlış gelmiyor. İşin ceza davası boyutunu sürdürdükten sonra işçinin hem yaşama hakkı hem insan olma hakkı hem de onur mücadelesi bizce sürüyor. Bu anlamda bu çok da yanlış değil. Ama bu nasıl sıkıntılara yol açıyor? İş kazası tazminatlarının hesaplanması çok sıkıntılı bir süreç ve genellikle işverenlerle yapılan anlaşmalar sorunun gerçek bedelini ifade etmiyor. Bu sorunların yanı sıra SGK düzlemindeki süreç davaların uzamasındaki en asli süreçlerden biridir. Tabii sorunu tek bir kuruma yüklemek doğru değil. Elbette bir dizi kurumun davaların uzun sürmesinde ve hukukun işlemezliğinde payı var. Ama kurumda o kadar az sayıda müfettiş var ki yapılan başvurular inanılmaz geç sonuçlandırılıyor. Çoğu kez biz üzerine gitmesek, peşinden koşmasak 2-3 yıl o dosyanın yüzüne bakılmıyor. Bir teftiş dönemi gelecek de, o dosyalar ele alınıp incelenecek diye bekliyoruz. Tabii dava dosyaları da bunları bekliyor. Haliyle bu durum işçiler açısından bir süre sonra belaya dönüşüyor. Her dava günü gelmek, işten izin almak, yol parası vermek zorunda kalıyorlar. Bir beklenti var ama o beklenti bir türlü gerçekleşmiyor. Türkiye’deki diğer hukuksal açmazlar düşünüldüğünde işçi, kazayı çok kurumsal bir şirkette geçirmemişse bu dava bitip Yargıtay’dan döndüğünde o şirketin açık olup olmayacağı bile bilinmiyor, zararın tazmin edilip edilmeyeceği bile kocaman bir soru işareti olarak duruyor.
İş kazası geçiren işçilere patronların tutumları, oyunları ne oluyor? Bu konuda işçiler size neler anlatıyor?
M.A: Genelde kaza gerçekleştiği andan itibaren araç temin ederek özel hastaneye götürmek gibi göstermelik şeyler yapılıyor. Bunlar yapılarak işçinin şikâyette bulunması engellenmeye çalışılıyor. Sonrasında tazminat davası açmasını engellemeye çalışıyorlar. Birçok işçi buna aldanabiliyor. “Patron bizi özel hastaneye götürdü, bizimle ilgilendi” gibi şeyler söylüyorlar. Tedavi süreçleri bazen uzun süreçler olabiliyor. O nedenle patron bir süre geçtikten sonra hastane masraflarını karşılamak istemiyor ve işçiye “SGK’ya başvur” diyor. SGK da bu masrafları karşılamıyor. İşte o zaman işçi şu gerçeği görmeye başlıyor: “Patron aslında benim yanımda değilmiş.” Çok çirkin örneklerle karşılaşıyoruz. Kendi dosyamızdan bir örnek vermek istiyorum: Elektrik işinde çalışan 25 yaşında genç bir işçi elektrik akımına kapılarak yanıyor. 8 ay tedavi görüyor. Ama 8. ayın sonunda yaşamını yitiriyor. Patron, işçinin ailesine gelerek bir miktar tazminat (kan parası) teklif ediyor. Aile önce tereddüt ediyor. Çünkü canları çok yanmış, evlatlarını kaybetmişler, onun üzerinden para kazanmak yanlış geliyor. İşveren, aileyi rahatsız etmeye başlıyor. Sürekli evlerine gelerek taciz etmeye başlıyor. Parayı kabul etmelerini ve dava açmamalarını istiyor. Aile bize geldi ve dava açmak istedi. Ailenin yaşadığı bölge kırsal bir bölge olduğu için patron bir şekilde o sokağın elektrik direklerini söktürüyor. Aile, belediye ile görüşüp tekrar taktırıyor. Ama patron tekrar söktürüyor. İşte böyle çirkin örnekler yaşanıyor. İnsanların üzerinde böyle baskı yapılıyor. Fakat baskılara rağmen, gerçekten canları yandığı için mücadelelerine devam ediyorlar.
C.U: Bugün işçiler, iş kazaları konusunda ne kadar bilinçsizse, işverenler o kadar bilinçliler ve hukuki destek alıyorlar. Sadece olay olduğunda değil, işin başından itibaren hukuki destek alıyorlar ve bu meseleyi ciddiye alıyorlar. Örneğin, Tuzla bölgesinde tersaneler ve GİSBİR arasındaki ilişkiye baktığımızda, kendi hastanelerini inşa edecek kadar bu meseleyi ciddiye aldıklarını görüyoruz. İşçinin mücadelesi hastane aşamasından başlıyor. Özel hastaneler, hizmet kalitesi olarak ne ifade ettiğinden bağımsız, işçinin haklarının engellenmesinde ilk aşamayı ifade ediyor. Çünkü çoğu kez rapor tutulması orada engelleniyor. Zira kaza geçiren işçinin hastaneye gittiğinde rapor alması, tutanak tutturması gerekiyor. Ama hastane vermiyor. Biz pek çok dosyada hastane görevlileri ile kavga ederek raporları alıyoruz. Doktorlar bir taraf olarak karşımıza çıkıyorlar. Biz bir mücadele yöntemi olarak bu tür doktorların Tabipler Odası’na şikâyet edilmesi üzerinde duruyoruz. Bu insani olmamasının yanı sıra doktorluk mesleğinin özüne de aykırıdır. Bununla beraber, işçilere ibraname imzalatılmaya çalışılıyor. İşçilere işe başlarken imzalatılan ibranamelerin haricinde bir de iş kazası geçiren işçiden “hiçbir hak talep etmeyeceğim” diyen ibraname alınıyor. Ama kaza geçiren işçiler genellikle bu durum karşısında uyanık davranıyor. En sık karşılaştığımız durum kaza tutanaklarının gerçeğe aykırı yazılması. Örneğin işyerinde iki işçinin şahitliği gösterilerek gerçeğe aykırı kaza tutanakları tutuluyor. Bu aykırılığa karşı da mücadelenin kesinlikle önemli olduğu kanısındayız.
Yeni yasa işçileri yeterince koruyor mu? Siz ne düşünüyorsunuz?
C.U: Bizim yasal mevzuata bakılınca birçok güvenlik önlemi tarif edilmiş, eksikler de çok ama pratikte, yazılı olanlar dahi uygulanmıyor. Aslında bizdeki temel sorun, tüm dünyada olduğu gibi, bu yasaların uygulanacağı bir mekanizmanın yokluğudur. Zaten bu yasaların uygulanıp uygulanmaması da kimsenin umurunda değil! Yeterli sayıda müfettiş yok. Esenyurt’taki yangında bunu gördük. Olayın ardından gazetelerde çıkan haberleri hatırlarsanız, İstanbul çevresinde ne kadar az müfettiş olduğu söyleniyordu. Bu yalan ya da manipülasyon değil, çok acı bir gerçektir. Sonuçta işçiler için alınması gereken güvenlik önlemleri maliyet olarak görülüyor. Yasa var, uygulayan yok. Denetim yok. Denetim olsa da haberli yapılıyor. Denetime gidildiğinde zaten patron önlemlerini almış oluyor. Dolayısıyla bu yasaların yazılı olarak var olmasının hiçbir hükmü kalmıyor. Yasanın yürürlük kazanmasının yolu bunun tek tek kurumlarının işletilmesi ve mekanizmalarının yaratılmasıdır. Denetimin de kurumsallaşmasıdır. Ama bizde bu temel ayakların hiç biri yok!
M.A: Teori pratikte uygulanmıyor. Örneğin, eğitimlerle ilgili mevzuda, bir pres makinesini çalıştırmak için işe alınan bir işçi, işe ve makineye dair hiçbir şey bilmiyorken, sadece bir hafta boyunca bir ustanın yanında işi seyretmesi isteniyor. Sonra tek başına makineye veriliyor. İşçi aynı gün iş kazası geçiriyor. Yasa var ama ne kadar yeterli ya da ne kadar koruyor? Baktığımızda belirli açılardan yazılı olarak koruyor ama işin pratik kısmında gerçekten hiçbir şekilde işçiyi korumadığını görüyoruz. Yaşanan kazaların yoğunluğundan da hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkıyor.
Peki, “patronlar pratikte bu yasayı uygulamıyor” dediniz. O halde bu yasa patrona ne gibi yaptırımlar uyguluyor?
C.U: Yasada para cezaları var ve hatta kimi cezalar işyeri kapatmaya kadar gidiyor. Hatırlarsanız 2008 yılında iş kazası yaşanan tersanede, tersanenin kapanmasına kadar ilerleyen bir süreç yaşanmıştı. Bunun nedeni de sorunun toplumsallaşması ve insanların sahip çıkmasıydı. Para cezası, ihtar ya da bir takım yaptırımlar vs. tüm bunların uygulanabilmesi, tek başına hukuki yolların zorlanmasıyla olmuyor. 2008 yılında yaşandığı gibi toplumun soruna sahip çıkmasıyla mümkün oluyor. Biz istediğimiz kadar hukuki süreci zorlayalım, bu tek başına yetmiyor.
M.A: Kamuoyu yaratılması gerekiyor. Az önce söylediğimiz gibi denetimler haberli yapılıyor. Denetimden önce gittiğimizde işyerinde hiçbir güvenlik önlemi alınmadığını görüyoruz. Ama denetim anında patron, tüm eksiklikleri tamamlamış, tüm tedbirleri aldırmış, işçilere eldiven, baret dağıtılmış oluyor. Bu şekilde hiçbir sonuç alınamıyor. Bu nedenle kamuoyu yaratmanın önemli olduğunu düşünüyoruz.
Hem kazaların yaşanmaması için hem de davaların kazanılabilmesi için işçilerin mücadelesinin önemi çok büyük. Örneğin, iş kazası geçiren bir işçinin arkadaşları ne yapmalı? Buna dair neler söyleyeceksiniz?
C.U: Burada ilk adım yine hastane konusunda oluyor. Eğer patron iş kazaları konusunda deneyimli bir patronsa işçiyi kendi belirlediği işçilerle, kendi tahsis ettiği aracıyla ve kendi belirlediği bir hastaneye götürüyor. Bu hastane genellikle işçiler tarafından da bilinir. İşveren öyle rastgele bir hastaneye götürmez, anlaşma yaptığı hastaneleri tercih eder. O bakımdan çalışma arkadaşları her türlü riski göze alıp kaza geçiren arkadaşlarının peşinden gitmeliler. İş kazası geçiren işçi hastanede yalnız bırakılmamalı. Bu öncelikle bir dayanışmadır. Aynı zamanda işveren iş kazasını bildirmemek için hiçbir kaydın tutulmasını istemez. O yüzden, hastanede yazılan bir evrakın alınması, giriş kaydının olması bile önemlidir. Bu anlamıyla dayanışma içerisinde olmalılar. Mutlaka hastaneye giriş yapıldığına dair kaydı tutturmalılar ve gerekli evrakı almalılar. İkincisi de şahitlikten korkmamaları gerekiyor. Hakkımızı alabilmenin tek koşulu ve Türkiye’de İş Hukukunun zorunlu kıldığı bir şey bu… Bugün o işçi kaza geçirir ama yarın öbürü kaza geçirecektir, görünen tablo budur. Bir de en önemlisi işyerinde şahit olacak işçi arkadaşların baskı görmemesi için, işyerinde de dayanışmanın sağlanması gerekir.
Aileler dava açmaya yanaşıyorlar mı? Ne tür tepkiler gösteriyorlar?
M.A: Öncelikle akıllarına dava açmak gelmiyor, belli bir süreç geçmesi gerekiyor. O süre içerisinde işveren de aileyle iletişime geçmiş ve belli miktar tazminat teklif etmiş oluyor. Birçok aile acısı taze olduğu için ona kan parası gözüyle bakıyor, kaybettiği yakınının karşılığında bir para olduğu için çok sıcak bakmıyorlar. Biraz zaman geçtikten sonra işverenin tavırları karşısında gerçekten haksızlığa uğradıklarını görüyorlar ve dava açma yoluna gidiyorlar.
Bir ailenin dava açmasıyla birden fazla ailenin bir araya gelerek dava açması dava sürecini nasıl etkiliyor?
C.U: Bu konuyu ikiye ayırmak gerekiyor. En azından teknik açıdan Türkiye’de toplu dava açmak gibi bir hukuki düzenleme yok. Ancak ceza davalarında elbette bunun çok fazla etkisi var. Davutpaşa örneği anlamlıdır. Bu dava açıldığında mahkeme heyeti “bu dava neden bu kadar çok büyütülüyor ki?” gibi bir ruh hali içerisindeydi ama ailelerin ısrarlı çabası ve mücadelesiyle bugün belediyeyi o davanın tarafı haline getirdiler. Yıllar geçmesine rağmen aileler dağılmadılar, bir arada durdular, her duruşmaya geldiler. O salonda bir kalabalık oluşturdular. Ölen insanların arkasında duran, peşini bırakmayan bir tablo oluşturdular. Bu tablo belki küçük bir başlangıçtır ama mahkeme heyetinin önemsemeyen algısını değiştirmeyi başardılar. Bu anlamda çok önemli. İkincisi dayanışma anlamında da tek tek evlerde yaşanan bir acı bir süre sonra başka bir şeye dönüşüyordu. Daha bireysel bir acıya dönüşüyor. Ama bunun toplumsal bir öfkeye dönüşmesini sağlayacak ve yeni ölümleri engelleyecek şey de bu dayanışmadır.
Zonguldak maden ocağında yaşanan göçük kazasında 30 işçi hayatını kaybetmişti. Orada ailelerin yaşadığı ruh hali bir anlamda onurlu ve çok ciddi bir tepkiyi ifade ediyordu. Çünkü o bölgenin insanları artık ölümle birlikte yaşıyordu. Her ailede maden ocağında işçilik yapıp ölmüş insanlar var ve sürekli kapılarını çalan avukatlar vardı. Çağdaş Hukukçular Derneği oraya destek için ziyarete gittiğinde ‘ceza davanız olacak, bizler sonuna kadar yanınızdayız’ dedi. “Sonuna kadar davanızın arkasında durun, peşinden koşturun” dedi. İlk başta, onlardan vekâlet almak için gidilmediğini anlayana kadar tepkiseldi işçiler. “Bizim burada insanlarımız öldü, bize bir sürü insan, bir sürü avukat geliyor ve ‘size bir sürü tazminat kazandıracağız’ diyorlar.. Bizim insanlarımız öldü biz ne yapacağız bu tazminatı?” diyorlardı. Yani işçiler sanıldığı gibi bu meseleye sadece para olarak bakmıyorlar. İşverenler böyle bir hava yaratmaya çalışıyorlar. Patronlar işçileri iş kazalarından fayda sağlayan bir kesimmiş gibi göstermeye çalışıyorlar ama aileler bu meseleye buradan bakmıyorlar. Aileler şöyle yaklaşıyor: “Benim canım yandı ben de onun canını yakacağım.” Ceza davalarıyla koşturuyorlar ama patronların canını ceza davalarıyla yakamayacaklarını da biliyorlar. Tersanede ölümlü kazalar yaşandığında tersane patronlarına çıkan cezalardan bir tanesini çok iyi hatırlıyorum. Bundan dört yıl önce bir patrona verilen ceza yalnızca 450 lira para cezasıydı. Böyle bir cezayla patronların canını yakamayacaklarını biliyorlar. Yine de ceza davalarının peşinden koşuyorlar. Davalarına sahip çıkmaları, peşinden koşturmaları bence çok onurlu bir tavırdır.
Meslek hastalıkları da bugün Türkiye’de çok sık yaşanıyor ama kayıtlar bir ya da iki kişinin öldüğünü gösteriyor. Gerçekte durum nedir?
C.U: Meslek hastalıklarının en çok yaşandığı işyerleri, merdiven altı diye tabir ettiğimiz kayıt dışı işçi çalıştıran işyerleridir. Açıklanan rakamlar tabii ki gerçeği ifade etmiyor. Bir de meslek hastalığı olarak tanımladıkları hastalıklar çok dar. Meslek hastalıkları olarak tanımladıkları hastalıkların dar tutulması sayıyı düşürüyor. İkincisi de hastalıklar genelde kaynağı tespit edilemeyen hastalıklar oluyor. Örneğin, bir işçi kanserden ölüyor ama o kansere neden yakalandığı tespit edilememiş oluyor. Çünkü çalıştığı işyerinde kansere yakalanıyor ama oradan ayrılıp da başka bir işyerinde çalışmaya başlıyor. Son çalıştığı işyeri de kanserle ilişkilendirilecek bir işyeri değil. Bundan kaynaklı olarak o ölüm tıbbi anlamda kanserden ölüm olarak kayıtlara geçiyor, meslekle ilişkisi kurulamıyor. İşçiler de çalıştıkları sektörlerin ne tür hastalıklar yarattığını bilemeyebiliyor. Örneğin bir maden işçisi, bir kaynak işçisi yaptığı işin meslek hastalığına yol açacağını bilir. Silikosiz hastalığından kaynaklı kot işçileri böyle meslek hastalığı olduğunu bilir. Ama bunun dışındaki işçiler kendi sektörlerinde nasıl bir risk olduğunu bilemiyorlar. Yine bizim yasalarımız bel fıtığı gibi hastalıkları çok küçümsediği ve bunları herkesin başına gelebilecek şeyler olarak gördüğü için bu tür hastalıkları meslek hastalığı kapsamına almıyor.
Yani Türkiye’de tanımlanmış meslek hastalıkları yetersiz. Meslek hastalığı türünde olup da tanımlanmayan ne tür hastalıklar yaşanıyor? Size ne tür davalar geliyor?
C.U: İşçilerin en genel şikâyeti boyun fıtığı ve bel fıtığı oluyor. Bizler de bu anlamda hukuki olarak çok çaresiz kalıyoruz. Çünkü bu hastalıkların meslek hastalığı olarak tanımlayabilmek konusunda yasal süreç bize hiçbir olanak tanımıyor. İşçiler çok uzun saatler boyunca ayakta çalışmak, kimi zaman çok ağır yük kaldırmak zorunda kalıyorlar. Yük taşımanın da bir eğitimi olması gerekiyor. Kimi yerde de insanlar sürekli olarak oturarak çalışıyorlar ve bilgisayar başındalar. Aslında hemen hemen her sektörde, ağır iş yapılan sektörlerden daha steril diye tanımlayabileceğimiz sektörlere kadar hemen hepsi bel fıtığı ve boyun fıtığı gibi hastalıklarla karşı karşıyalar. Bunlar gerçekçi şikâyetler fakat hiçbir karşılığı yok. Beraberinde stresle gelen hastalıklar var. Ancak bu hastalıklar da göz ardı ediliyor. Son dönemde mobbing konusuyla birlikte gündeme gelmeye başladı. Ama yine meslek hastalığı olarak tarif edilmiyor. Strese bağlı olarak çok ciddi mide hastalıkları yaşayan işçiler de var Ama bu tür hastalıkları da meslek hastalığı olarak tanımlayacak bir sağlık kuruluşu ne yazık ki yok.
Meslek hastalığına yakalanan bir işçiye yasalar yaşamını devam ettirebilmesi için yeterince güvence sağlıyor mu?
C.U: Sağlamıyor tabii ki. Meslek hastalığının tespiti o kadar zor bir süreç ki işçinin ciddi bir mücadele vermesi gerekiyor. Bir yanda hastalığının meslek hastalığı olarak tespit edilmesini sağlamaya ve bir yandan da tedavisini sürdürmeye çalışıyor. Uzun bir mağduriyet süreci yaşıyor. Sonrasında iş kazasında olduğu gibi işçiye bir miktar tazminat ödeniyor ama bu işçinin yaşamını sürdürebilmesi için ihtiyacı olanın çok altında. Sağlık hizmetlerinin sürekliliği de sigorta sınırında sağlandığından ve çoğu kez bu hastalıklar için bir takım giderler ya da tedavinin bir kısmı sigorta tarafından karşılanmadığından çok ciddi bir mağduriyet oluşturuyor. Yasalar bu anlamda çok yetersiz. Bir de hastalıkların, meslek hastalığı olarak tanımlaması da bilinçli. Şöyle ki, “yaşam koşullarında zaten hasta olacaksın bunu meslekle bağlamak gereksiz” diye düşünüyorlar. En baştan bu hastalıkları meslek hastalıkları kapsamına almıyorlar.
Derneğimiz UİD-DER’in başlattığı kampanyamız hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz kampanyamızı nasıl destekleyebilirsiniz?
M.A: Biz özellikle iş kazalarında ve meslek hastalıkları konusunda toplumsal duyarlığın çok önemli olduğundan bahsettik. Bu anlamda bu tür kampanyaların duyarlılığı geliştirmesi açısından çok yararlı olduğunu düşünüyoruz. Ve elbette biz de destekliyoruz. Zaten iş kazalarının kader değil cinayet olduğu sözlerinden yola çıkarsak, bu tip kampanyaların herkes tarafından desteklenmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bizler de elimizden gelen her türlü yardımı yapmaya hazırız.
C.U: Bu kampanyayı elbette önemsiyoruz. İş kazalarına karşı yapılacak her şey, atılacak en ufak adım önemlidir kanımızca. Elimizden geldiğince yardımcı olmak isteriz. Meselenin özellikle işçilerin eğitimi boyutunun önemli olduğu kanısındayız. Çünkü özellikle bizler hep birlikte işverenleri önlem almaya zorlamak durumundayız. Yasa yapıcılar bu alanda boşluk yaratmaya devam edecekler. Üretimin esnekleştiği bir tablo içerisindeyiz. Ancak işçiler bu boşlukların oluşmasını engelleyebilirler. Ve yasalara rağmen bu önlemlerin alınmasını sağlayabilirler. Bu anlamda bir eğitim süreci geliştirilmesi gerektiği çok açık. Beraberinde işçilerin yanı sıra iş kazası geçirmiş ailelerin dayanışmasını organize etmek çok önemli. Bizler de elimizden geldiğince bu sürece katkı sunmak isteriz.
- Grevci Tarkett İşçileri: “Birliğimizi Güç Haline Getirelim!
- Grevdeki MKB Rondo İşçileriyle Söyleşi
- Durak Tekstil İşçileriyle Söyleşi
- Bursa’dan Bir Özel Okul Öğretmeniyle Söyleşi
- Malatyalı Kadın Tekstil İşçisi İle Deprem ve Kadın İşçiler Üzerine Söyleşi
- Nilgün Soydan ile Kemal Türkler Söyleşisi
- Genel-İş İzmir 8 No’lu Şube Başkanı Gümüştekin ile Söyleşi
- İş Güvenliğimiz İçin 1 Mayıs’ta Sınıfımızın Saflarındayız
- Avukatlar Anlatıyor: Yasalar Yetmez, İşçi Sınıfını Örgütlülük Kurtarır
- Bir Afgan Göçmen İşçiyle Söyleşi: “Ölmek ya da Özgürce Yaşamak”
- Ekmekçioğulları İşçileri ve Anadolu Şube Başkanı Deniz Ilgan’la Direniş Üzerine
- Söz Hakları İçin Direnen Ekmekçioğulları İşçilerinde
- Trelleborg İşçileriyle Grev Üzerine Söyleşi
- Cargill İşçileriyle Sohbet
Son Eklenenler
- Aile Sağlığı Merkezi (ASM) çalışanları 1 Kasımda yürürlüğe giren Aile Hekimliği Sözleşme ve Ödeme Yönetmeliği’ni protesto etmek için 5-6-7 Kasımda tüm Türkiye’de iş bırakma kararı aldı. Sağlık emekçileri İstanbul, Ankara ve İzmir başta olmak üzere...
- 7 Kasım 1917’de Rusya’da işçi sınıfı devrim gerçekleştirdi ve siyasal iktidarı ele geçirdi. Bu devrim Rus takvimine göre 25 Ekimde gerçekleştiği için tarihe Ekim Devrimi olarak geçti. Ekim Devrimi, tüm dünyayı sarsmış, 20. yüzyılın akışını kökten...
- Dünya… Masmavi okyanusları, uçsuz bucaksız ormanları, kıtaları dolaşan nehirleri, heybetli dağlarıyla her yanından yaşam ve bereket fışkıran bu rengârenk gezegen… Bu gezegenin gözümüzün önündeki hali içler acısı! Çünkü tüm dünyaya egemen olan...
- İSİG Meclisi’nin raporuna göre Ekim ayında 164 işçi, yılın ilk on ayında ise en az 1540 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Türkiye’de iş kazaları ve iş cinayetleri en yakıcı sorunlardan biri olmaya devam ediyor. Her gün en az 5 işçi hayatını...
- Belediye işçileri artan hayat pahalılığı karşısında biraz olsun nefes alabilmek için ücretlerini yükseltmek istiyorlar. Buna karşılık belediyelerin yönetimleri ödenek olmadığı bahanesiyle işçilere düşük ücret dayatıyorlar. İstanbul ve İzmir’in ilçe...
- Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm sultanlar, komutanlar, yöneticiler, iktidarlar insanların ve toplumların algılarını şekillendirmeye, psikolojilerini yönetmeye odaklanmışlardır. Başka türlü egemenliklerini koruyamayacaklarını bildiklerinden toplumun...
- İngiltere’de 100 binin üzerinde insan Filistin halkıyla dayanışmasını göstermek ve emperyalist savaşa hayır demek için 2 Kasımda yeniden meydanlara çıktı. Başkent Londra’da 21. kez düzenlenen ulusal eylem gününde on binler hükümet binalarının...
- İspanya’da 29 Ekim Salı günü yaşanan sel felaketinde can kaybı 250’ye ulaştı. İspanya’nın doğusundaki Valencia bölgesinde etkili olan aşırı yağışlardan sonra meydana gelen sel felaketi büyük bir yıkıma neden oldu. Kurtarma ekipleri felaketten...
- Sevgili işçi kardeşlerim, yazının başlığı mücadele örgütümüzün ve işçi sınıfının çalışkan evlatlarından kadim bir dostuma aittir. Bir Afrika atasözü “aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar, av hikâyeleri her zaman avcıların kahramanlığını...
- Genel-İş Sendikası İstanbul Anadolu Yakası 4 No’lu Şube ile Kartal Belediyesi yönetimini temsil eden SODEMSEN arasında yürüyen görüşmelerden olumlu bir sonuç alınamaması üzerine Kartal Belediyesi işçileri 30 Ekimde greve çıkmıştı. Belediye...
- Sendikaya üye olan işçilerin önüne çok çeşitli engeller çıkartılıyor. Sendikanın örgütlendiği işyerinde toplu sözleşme yapma yetkisi alması için hem işkolu hem de işletme barajlarını aşması ve Çalışma Bakanlığından çoğunluğu sağladığına dair yetki...
- Tarkett işçileri 18 Eylülden bu yana grevlerini sürdürüyorlar. Taleplerini, mücadelelerinin nasıl başladığını, grevlerini şöyle anlatıyorlar:
- Ücretlerini arttırmak, sendikalaşmak, ücret gaspına dur demek için çeşitli sektörlerden işçiler grev ve direnişlerini sürdürürken her geçen gün bunlara yenileri ekleniyor. Kartal Belediyesi işçileri Toplu İş Sözleşmesi (TİS) masasında anlaşma...