Buradasınız
Paris Komünü
Elif Çağlı
Proleter devrimin hedefleri açısından devlet sorununu yerli yerine oturtabilmek için öncelikle şu genel çerçeveyi göz önünde bulundurmak gerekiyor: Devrimci Marksizm proletaryanın nihai amacını, sınıfsız, devletsiz, özgür üreticiler toplumuna ulaşmak olarak ifade eder. Ama bu hedefe varabilmek için proletaryanın kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca bir devlete, fakat daha baştan sönmeye yüz tutmuş, yeni tipte bir devlete gereksinimi vardır. Bu nitelikler proletarya diktatörlüğünün olası biçimlerinden birini değil, bizzat onun özünü, varoluş koşulunu belirler. Bu bölümde, Marksizmin kurucularının ve Lenin’in bu konuda çizmiş oldukları genel çerçevenin temel yönleri üzerinde durmak gerekiyor.
Kendilerini “reel sosyalizm” olarak tanıtan bürokratik diktatörlüklerin peş peşe çöktüğü günümüz dünyasında, burjuvazinin ve küçük-burjuvazinin Marksizme yönelttikleri her türden ideolojik saldırılar karşısında, Marksizmin devrimci mevzilerinin savunulması gereği eski dönemlere oranla kat be kat artmış durumdadır. Burjuva ideolojisinin Marksizme açıktan açığa yönelttiği saldırılarından daha da tehlikeli olan durum, “bürokratizm eleştirisi” maskesinin ardına gizlenen sözde Marksist görünümlü ince, sinsi ideolojik kampanyalardır. Bu durumun tipik örneklerinden biri, bürokratik otoriteyi reddetmenin haklılığı ardına sığınarak, devrimci otorite gereksiniminin de inkâr edilmesidir. İşçi devriminin zorunlu bir unsurunu oluşturan devrimci otorite gereksiniminin, Marksist görünümlü siyasal akımlar tarafından bulanıklaştırılmaya çalışıldığı günümüzde, Engels’in konuya ilişkin şu önemli açılımını başa almakta yarar var:
Demek ki, otorite ilkesinden mutlak olarak kötü ve özerklik ilkesinden de mutlak olarak iyi bir şey diye söz etmek saçmadır. Otorite ve özerklik, kapsamları toplum gelişmesinin çeşitli evreleriyle birlikte değişen göreli şeylerdir. Eğer özerkçiler, gelecekteki toplumsal örgütlenmenin, otoriteyi, olsa olsa üretim koşullarının onu kaçınılmaz kılacağı sınırlar içersine hapsedeceğini söylemekle yetinselerdi, birbirimizi anlayabilirdik; ama onlar otoriteyi zorunlu kılan bütün olgulara gözlerini kapamışlar, hırsla sözcüğün kendisine saldırıyorlar.
Anti-otoriterciler niçin siyasal otoriteye, devlete karşı çıkmakla yetinmiyorlar? Siyasal devletin ve onunla birlikte siyasal otoritenin de önümüzdeki toplumsal devrimin sonucu olarak yok olacağı, yani kamu işlevlerinin siyasal niteliklerini yitirecekleri ve toplumun gerçek çıkarlarını gözetmek olan basit yönetsel işlevler haline gelecekleri düşüncesini bütün sosyalistler paylaşmaktadırlar. Ama anti-otoriterciler, otoriter siyasal devletin, bir çırpıda, hatta onu yaratmış bulunan toplumsal koşullar yok olmazdan önce, ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Bunlar, toplumsal devrimin ilk işinin otoritenin ortadan kaldırılması olmasını istiyorlar. Bu baylar hiçbir devrim görmüşler midir? Devrim, elbette ki, en otoriter olan şeydir; bu, nüfusun bir bölümünün kendi iradesini, nüfusun öteki bölümüne tüfeklerle, süngülerle ve toplarla –akla gelebilecek bütün otoriter araçlarla– dayattığı bir eylemdir; ve eğer muzaffer olan taraf yok yere yenik düşmek istemiyorsa, bu egemenliğini, silahlarının gericiler üzerinde yarattığı terör ile sürdürmelidir. Paris Komünü, silahlı halkın otoritesini burjuvaziye karşı kullanmamış olsaydı, bir gün olsun dayanabilir miydi? Tersine, Paris Komününü bundan yeterince yararlanmamış olmakla suçlamamız gerekmiyor mu?[1]
Engels, Alman Sosyal Demokratlarının (1875 tarihli) Gotha Program Taslağını eleştirmek üzere Bebel’e yazdığı mektubunda ise küçük-burjuva sosyalizmi anlayışının uzantısı olan “özgür halkçı devlet” maskaralığına değinir. Komünistlerin, geleceğe yönelik olarak programlarında devletin sönümlenmesinden söz edecek yerde, “özgür halkçı devlet” gibi hedeflerden söz etmesi, hem anarşistlerin haklı tepkilerine neden olmaktadır, hem de özgürlük ve devlet gibi, yan yana gelmemesi gereken kavramların bir arada kullanılması, hedefleri bulandırmaktadır. Şöyle der Engels:
Devlet üzerine bu gibi gevezeliklere son vermek gerek, özellikle sözcüğün tam anlamıyla bir devlet olmamış olan Paris Komünü deneyiminden sonra. Daha Marx’ın Proudhon’a kitabından beri ve sonra da Komünist Parti Manifestosu’nda sosyalist toplumsal düzenin kurulmasıyla devletin kendiliğinden dağıldığı ve yok olduğu açıkça söylenmiş olmasına karşın, anarşistler yeteri kadar halkçı devleti kafamıza çalmış durmuşlardır. Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinmesi olduğu sürece, o, bunu, özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet, devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi, Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz.[2]
Bu açılımlardan da anlaşılacağı gibi, işçi devletini tanımlamak için “sosyalist devlet” veya “sosyalist demokrasi” kavramlarını kullanmak (eğer her bir sözcüğün anlamı üzerinde titizlikle durulacak olursa), yerinde değildir. Çünkü “devlet-demokrasi” ile “sosyalizm”, gerçekte iki ayrı tarihsel dönemi ifade eden deyimlerdir. Oysaki bunlar, sosyalizmi hedefleyen proletaryanın iktidardaki konumunu adlandırması bakımından zaman zaman kullanılagelmiştir. Ancak yine de sözcükleri tam yerli yerinde kullanmak istersek, proletarya diktatörlüğü dönemine ilişkin doğru kavram, “işçi komünü (sovyeti)” veya “işçi demokrasisi” olmalıdır.
Marx ve Engels’in konuya dair kapsamlı çözümlemelerinin bazı önemli noktalarını Lenin’in yaklaşımları eşliğinde ele almak uygun olacaktır. Gotha Program Taslağının eleştirildiği iki metin[3] üzerinde durarak, proleter devrimiyle devlet sorununun ilişkisi açısından önemli sonuçlar çıkartır Lenin. Engels’in Bebel’e yazılmış mektubunda yer alan açıklamalardan hareketle, devrimci Marksistleri anarşistlerden ve oportünistlerden ayıran belli başlı özellikleri şöyle sıralar:
Anarşistlerden bizi ayıran şey, (a) devletin şu andaki kullanılışıdır vb. ve (b) proletaryanın devrimi sırasındaki kullanılışıdır (“proletarya diktatörlüğü”); bu şimdiden pratikte pek büyük önem taşıyan bir meseledir (işte Buharin’in unuttukları da bunlardır!)
Oportünistlerden bizi ayıran daha derin, “daha ömürlü” gerçeklerdir: (aa) devletin “geçici” niteliği, (bb) şu anda devlet üzerine “gevezeliğin” zararlılığı, (cc) proletarya diktatörlüğünün tamamen devletçi olmayan niteliği, (dd) devletle özgürlük arasındaki çelişki, (ee) devlet yerine “topluluk” fikrinin (programda kavram terimi kullanılmaktadır) daha tam ve doğru olduğu, (ff) militarizmin ve bürokratik mekanizmanın “yıkılması”dır.[4]
Lenin Gotha Programının eleştirisiyle ilgili olarak, Engels’in mektubuyla Marx’ın kenar notlarını karşılaştırdığında dikkatini çeken bir noktaya işaret eder. Engels devlet sözcüğü yerine komün sözcüğünü önerirken, yani devlet sözcüğünü kullanmaktan kaçınırken, Marx “komünist toplumda geleceğin devleti”nden söz edebilmektedir. Lenin, ilk bakışta çelişki gibi görünen bu açılım incelendiğinde Marx ve Engels’in aslında çelişmediğinin, Marx’ın yalnızca gelecekte ne olabileceğinin ipuçlarını yakalamak amacıyla, koşullu olarak devlet sözcüğünü kullanmış olduğunun anlaşılabileceğini belirtir. Marx söz konusu çaba içinde iki noktaya değinmiştir:
a) Geçiş döneminde, devletin, proletaryanın devrimci iktidarından başka bir şey olamayacağı,
b) Komünist toplumda devletin hangi şekli alacağı. Burada “devlet” sözcüğü devletin varlığını sürdüreceği anlamında değil, geleceğinin ne olacağı anlamında kullanılmaktadır.
Lenin devlet ve demokrasi olgusunun değişimini, başlıca üç tarihsel dönem itibarıyla (kapitalist toplum/ geçiş dönemi/ komünist toplum) ele almaktadır. Buna göre, geçiş dönemi, yani proletarya diktatörlüğü dönemi sona erip, komünist toplum dönemi yaşanmaya başlandığında, devletin ve dolayısıyla demokrasinin sönümlendiği bir özgürlük çağı açılmış olacaktır. Bu bağlamda Lenin’in, “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının bazen birbirinin yerine kullanılmasının yanlışlığı üzerine düşmüş olduğu not da önemlidir:
Çoğunlukla “özgürlük” ve “demokrasi” kavramlarının aynı anlama geldikleri kabul edilir ve sık sık birinin yerine öteki kullanılır. (Başlarında Kautsky, Plehanov ve avenesi olmak üzere) vülger Marksistler de bu konuda aynen böyle düşünmektedirler. Gerçekte ise demokrasi özgürlükle bağdaşmaz. Gelişmenin diyalektiği (ileriye doğru seyri) şöyledir: mutlakiyetten burjuva demokrasisine; burjuva demokrasisinden proleter demokrasisine; proleter demokrasisinden demokrasisizliğe.[5]
Lenin burada “demokrasisizlik” kavramıyla, devletin sönümleneceği ve devletsiz toplumun, yani gerçek anlamda özgürlüğün yaşanacağı tarihsel dönemi anlatmaktadır. Bu açıklamaların eşliğinde hatırlanması gereken en önemli nokta ise, resmi Marksizmin, yani Stalinizmin devlet sorununda yarattığı muazzam tahribattır. Marksizmi revize ederek, devletli bir sosyalizm anlayışına dayanak oluşturacak resmi bir ideoloji yaratan Stalinizm, proleter devrimiyle başlayan farklı tarihsel dönemleri iç içe geçirmiştir. Stalinizm, komünizmin alt aşaması olan ve sınıfsız-devletsiz topluma işaret eden sosyalizm dönemiyle, proletarya diktatörlüğü dönemini özdeşleştirmiş, sorunu tam bir bulamaca çevirmiştir. Bunun sonucunda sosyalizm, sınıflı ve devletin varlığını sürdürdüğü bir dönem olarak kavranmaya başlanmış ve bu anlayış, zihinlerden kazınması oldukça zor bir biçimde Türkiye sosyalist hareketine de yerleşmiştir. Stalinist ideolojinin “teorik” açılımlarını Marksizm olarak algılayanlar, Lenin’e, onun ne dediğini kavramak temelinde değil, tersine onun düşünce ürünlerini Stalinizmin tahrifatlarıyla uyumlu hale getirmek üzere yaklaşmışlardır. Bu nedenle, Stalinist resmi ideolojinin yerleştirdiği kavramlardan kafalar arındırılmadıkça, Lenin’in çözümlemelerinin kavranılması olanaksızdır.
Lenin’in açıklamalarında, kapitalizmden komünizme geçiş, yani devrimci dönüşümler dönemi ile sınıfsız toplum dönemi arasındaki ayrım net biçimde vurgulanmaktadır. Buna göre geçiş dönemi, proletarya diktatörlüğüne dayanan sınıflı ve “devletli” bir dönemdir. Ancak, işçi sınıfının örgütlediği devlet, eskiye oranla artık bir “yarı devlet”, “daha baştan sönmeye yüz tutmuş bir devlet”tir. Komünist toplum ise, gerek alt gerekse üst aşaması itibarıyla sınıfsız ve devletsiz bir toplumdur. Bu ayrımları daha ayrıntılı şekilde görebilmek ve birkaç hususu netleştirebilmek için bir de Lenin’in, Marx’ın Gotha Programını eleştirdiği pasajlardan hareketle çıkardığı kimi sonuçlar üzerinde duralım.
Lenin, geçiş dönemiyle komünist toplumun alt ve üst evrelerini birbirinden ayırt edebilmek amacıyla aşağıdaki üçlü ayrımı yapar:
I- uzun süren doğum sancıları,
II- komünist toplumun ilk evresi,
III- komünist toplumun daha yüksek bir evresi[6]
Ve, Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’ndeki satırlara dayanarak, komünist toplumun alt ve üst evreleri arasındaki ayrımı kendi sözleriyle şöyle ifade eder:
Alt (“birinci”) evre –tüketim eşyalarının bireylere onların topluma sağladıkları emek miktarına orantılı olarak dağıtılması. Dağıtımdaki eşitsizlik hâlâ hissedilir bir düzeydedir. “Burjuva hukukunun dar sınırları” henüz tamamen aşılmamıştır. Bu çok önemli!! Besbelli ki, (kısmen burjuva) hukuku varlığını sürdürdükçe, (kısmen-burjuva) devleti de tamamen ortadan kaybolmayacaktır. Burası çok önemli!!
“Üst” evre –”Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” Bu ne zaman mümkün olacaktır? (1) Kol ile kafa emeği arasındaki çelişkinin ortadan kalktığı, (2) emeğin hayatın başlıca bir doğal zorunluluğu haline geldiği (NB: çalışma alışkanlığı, zorlama olmaksızın bir norm haline geliyor!!) (3) üretici güçlerin ileri derecede geliştiği bir aşamada. Besbelli ki devletin tamamen yok olup gitmesi ancak bu en yüksek aşamada mümkündür. Bu konu önemlidir.[7]
Daha önceki satırlarda Lenin, burjuva devletten niteliksel farkını belirtebilmek amacıyla, daha baştan sönmeye yüz tutmuş tipte bir devlet olan işçi devletini bir yarı devlet olarak tanımlamaktaydı. Bu tanımlama proletarya diktatörlüğü dönemine ilişkindir. Yukarda aktardığımız son satırlarda ise, komünist toplumun alt ve üst evrelerinin özelliklerini birbirinden ayırt edebilmek amacıyla bazı saptamalar yapmaktadır. Alt aşamada henüz burjuva hukukunun dar ufkunun tam olarak aşılamadığını belirtmek amacıyla “kısmen burjuva hukuk”, “kısmen burjuva devlet” tanımlamalarına başvurmaktadır. Hemen belirtelim ki, bu tanımlamalar proletarya diktatörlüğü dönemiyle karıştırılmamalıdır.
Lenin burada tıpkı Marx’ın yaptığı gibi, devlet olgusunun geleceğine ilişkin ipuçlarını aramaktadır. Gerçek yaşamda eşitsiz olan bireylere, komünizmin alt aşamasında “eşit emek miktarına göre eşit pay” verilmesinin, kelimenin gerçek anlamında “hak-hukuk” kavramları açısından nasıl ifade edilebileceğini sorgulamaktadır. Marx’ın da işaret ettiği üzere, bu durumun henüz “burjuva hukukun dar ufkunun” tamamen aşılamaması anlamına geleceğini belirtir. Gerçek eşitlikten söz edilebilmesi ve burjuva hukukunun dar ufkunun aşılabilmesi için, gerçek yaşamda eşitsiz durumda bulunan bireylere eşit olmayan payların dağıtılmasının, yani herkesten yeteneğine göre istenirken, herkese ihtiyacına göre verilebileceği bir bolluk düzeyine ulaşılmasının zorunlu olduğunu vurgular. İşte, “kısmen burjuva hukuk”, “kısmen burjuva devlet” kavramlarıyla ifade etmeye çalıştığı gerçeklik, henüz toplumun böyle bir bolluk durumuna ulaşamamış bulunacağı alt aşamanın görece “eşitsizlik” durumuyla ilgilidir. Bir başka deyişle Lenin, alt aşamada henüz burjuva hukukunun eşitlik anlayışının aşılamamış oluşunu, yani eşit çalışana eşit pay verilmesini, burjuva hukukunun kalıntılarının henüz tamamen ortadan kaldırılamamış olması vurgusuyla anlatmaktadır. Sonuç olarak onun “kısmen …” kavramıyla kastettiği budur ve hiçbir şekilde komünist toplumun alt aşamasının, yani sosyalizm döneminin devletli bir dönem olduğu, devletin ancak bundan sonra sönümlenmeye geçebileceği şeklinde yorumlanamaz.
Fakat öte yandan şunu da belirtmek gerekir ki, Lenin’in “kısmen burjuva hukuk” derken buna bir de “kısmen burjuva devlet” ibaresini eklemesi konuyu daha açık hale getirmemiş, tersine karıştırmıştır. Çünkü Marx burada hukuk kavramını kullanırken, bir burjuva hak anlayışı olan “eşdeğerlerin değişimi” ilkesinin henüz devam ettiğini belirtmekten öte bir amaç gütmemiştir. Kaldı ki Marx’ın bu hususu vurgulamasının nedeni, kendi döneminin küçük-burjuva sosyalistlerini, örneğin Lassalle’ın “eşitlik” anlayışını eleştirme ihtiyacıdır. Zira küçük-burjuvazinin arzuladığı nihai eşitlik hedefi, burjuva ideolojisinin egemenliği altında biçimlenmiş olan ve son tahlilde kapitalizmin sınırlarını aşmayan dar bir kapsama sahiptir. O nedenle de Marx, gerçek yaşamda var olan eşitsizlikleri hesaba katmayan bu küçük-burjuva eşitlik anlayışının sınırlılığına dikkat çekerek, bilimsel komünizmin eşitlik anlayışının, küçük-burjuvazininkinden farkını belirtmiştir. Fakat, önemli bir felsefi kavrayışa ilişkin Marx’ın bu açılımının, biçimsel anlamda bir hukuk düzenlemesine ya da devlet düzenine indirgenmesi tamamen yanlıştır. Zira, komünizmin ilk aşamasında “devlet” sorununun nasıl ele alınabileceği Marx ve Engels tarafından çok açık biçimde ortaya konulmuştur.
Proletarya diktatörlüğü dönemi (geçiş dönemi) boyunca proletarya, tüm sınıflarla birlikte, kendisini de bir sınıf olarak ortadan kaldırma hedefine doğru ilerlemek zorundadır. Eğer proletarya bu tarihsel misyonunu başarıyla yerine getirebilirse, sınıfların ortadan kalktığı, sınıf savaşımının son bulduğu ve böylelikle proletarya diktatörlüğünün tarihsel misyonunun tamamlandığı yeni bir evreye ulaşacaktır. Bu evrede artık proletarya diktatörlüğü (devlet) öz işlevini (siyasal niteliğini) tamamen yitirir, gereksizleşir ve sönümlenir. Marx ve Engels’in dediği gibi:
Gelişimin akışı içersinde sınıf ayrımları kalktığında ve üretim tüm ulusun geniş bir birliğinin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirecektir.…
Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, kişinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.[8]
Bu moment, devletten devletsizliğe geçişin tamamlandığı ve yeni bir dönemin (komünizmin) başladığının ifadesidir. Marx’ın “komünizmin alt evresi” dediği, Engels ve Lenin’in sosyalizm diye adlandırdığı tarihsel evre budur işte. Sınıfların olmadığı, meta üretiminin ortadan kalktığı, devletin tamamen sönümlendiği, üretimin ve sosyal yaşamın tüm alanlarında özgür üreticiler topluluklarının doğrudan karar verdikleri ve uyguladıkları bir yaşam tarzı. Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde açımladığı komünizmin alt aşaması (sosyalizm), işte böyle bir tarihsel-toplumsal evreyi anlatır. Ve bu anlamda proletarya diktatörlüğü döneminden nitelikçe farklı, yeni bir tarihsel dönemin başlangıcıdır sosyalizm.
Geçiş döneminde devletin niteliğindeki değişimle birlikte demokrasinin uğradığı niteliksel değişikliği ise şöyle ifade eder Lenin:
Halkın engin çoğunluğu için demokrasi ve sömürücüler için zor aracılığıyla baskı, yani demokrasinin dışına atılmak; kapitalizmden komünizme geçiş sırasında demokrasinin uğradığı değişiklik, işte böyle bir değişikliktir.[9]
Proletarya diktatörlüğü dönemi tarihsel açıdan, sınıfları ortadan kaldırmakla yükümlü bir dönemdir. Ve bu kuşkusuz, ulusal ölçekte değil, uluslararası ölçekte düşünülmesi gereken bir olgudur. Proleter devrimin ulusal sınırlar içinde elde ettiği görece bir başarı ve ulusal sınırlar içinde bir proleter iktidarın kurulması, kapitalistlerin direncinin nihai olarak kırıldığı anlamına gelmez henüz. Çünkü kapitalistlerin direnci ulusal ölçekle sınırlı değildir. Kapitalizmin bir dünya sistemi olması, kapitalist sınıfın da dünya ölçeğinde düşünülmesini gerektirir. Tıpkı proletarya gibi.
O halde kapitalizmin egemenliği dünya ölçeğinde yıkılmadıkça, ulusal düzeyde iktidarı alan proletaryanın zaferi henüz nihai bir zafer sayılamaz. Bu koşullarda proletaryanın egemenliğini koruyabilmesi ulusal düzeyde bir sorun değildir, dünya devriminin ilerleyişine bağlıdır. Bu nedenle de geçiş dönemi dünya arenasında tamamlanabilir ve bu tarihsel döneme denk düşen proletarya diktatörlüğü gereksinimi, kapitalizm dünya ölçeğinde tasfiye edilinceye dek devam eder. Demek ki proletaryanın önce tüm toplumu proleterleştirmesi ve böylece hem diğer sınıfları, hem de bizzat kendini bir sınıf olarak ortadan kaldırması, yani toplumsal sınıfların tasfiyesi, dünya ölçeğindeki bir tarihsel dönemin (geçiş döneminin) sorunudur.
Proletarya diktatörlüğü döneminde, demokrasi toplumun engin çoğunluğu için bir gerçeklik olsa bile, henüz baskı altında tutulması, direnci kırılması gerekenler olduğu sürece “özgürlük”ten söz etmek doğru değildir. Proletarya diktatörlüğü döneminin artık tarihsel misyonunu tüketip, dünyada sınıfsız toplum düzeninin yaşanmasının olanaklı olacağı durumda ise, bu kez baskı altına alınması, direncinin kırılması gereken bir toplumsal sınıf kalmadığı için, devlet tamamen sönümlenecektir. İşte ancak o zaman özgürlükten söz etmek mümkün olacaktır. Ya da aynı şeyi demokrasi olgusu açısından ifade edecek olursak, gerçekten tam, gerçekten hiçbir istisna tanımayan bir demokrasinin gerçekleştiği ve böylece bir yönetim tarzı olarak tarihsel işlevini tüketmiş olan demokrasinin de sönümlendiği bir özgürlük toplumu içinde yaşanmaya başlanacaktır.
Marx’ın “geçiş dönemi” (proletarya diktatörlüğü dönemi) ifadesiyle, sınıfsız toplumun doğum sürecini kastetmiş olduğu gerçeğini çarpıtan Stalinizm, bu doğum sürecinin kendisini sınıfsız toplumun alt aşaması, yani sosyalizm dönemi olarak teorize etmiştir. Toplumsal düzenler açısından, yeni bir düzenin doğuşu uzun ve sancılı bir süreçtir. Hele ki sınıflı toplumlardan sınıfsız topluma geçişi düşünecek olursak, bunun kendinden önceki çağlara oranla ne denli muazzam bir tarihsel değişikliği içerdiği de açıktır. Böyle iken, Stalinizm bu devasa tarihsel sorunu, tek bir ülkede proletaryanın iktidarının kurulması ile tamamlanan ve siyasal devrimin hemen ertesinde sosyalizmin yaşanmaya başlandığı bir oldu-bitti gibi hafife indirgemiştir.
Sosyalizm açısından henüz daha doğum gerçekleşmemişken, bugüne dek yaşananların sosyalizmin pratiği açısından yargılanması, Stalinizmin yarattığı tahrifatın sonucudur. Kuşkusuz bu tahrifat, koca bir tarihsel konjonktüre damgasını vuran ve yıkıcı etkilerinin daha uzun bir süre hissedileceği sonuçlarıyla bir toplumsal karabasan düzeyindedir. Stalinist bürokratik egemenlik düşünsel dayanağını, bir zamanlar Marx’ın, Engels’in kıyasıya eleştirdiği Lassalcı küçük-burjuva sosyalizm anlayışında bulmuştur. Ulusal sınırlar içinde burjuva iktidarının yıkılması ve üretim araçlarının devletleştirilmesiyle yaşanmaya başlanan bir dönem, sosyalizm dönemi olarak ifade edilince, Marksizmin kurucularının ve Lenin’in “evrensel ölçekte uzun ve sancılı bir doğum dönemi” olarak betimledikleri geçiş dönemi, “tek ülkede geçiş” düzeyine indirgenmiş olmaktadır. Oysaki, sorunun püf noktası tam da burasıdır. Tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığını sergileyen devrimci Marksizm, böylece kapitalizmden komünizme geçiş döneminin de ulusal sınırlılık içinde algılanamayacağını ortaya koymuş bulunmaktadır. Bir başka deyişle, tek tek ülkelerde kurulan birbirinden yalıtık proletarya iktidarlarıyla geçiş döneminin ulusal ölçekte tamamlanabileceğini düşünmek, tek ülkede sosyalizmin olanaklılığını iddia etmekle aynı şeydir.
Devrimci Marksizmin önderleri, insanlığın sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum düzeni yaratma uğrunda yürüteceği kavganın ne denli zor, uzun süreli ve kökten değişimi gerektiren bir içeriğe sahip olacağını her fırsatta vurguladılar. Küçük-burjuva ütopizminin, devasa tarihsel sorunları hafife indirgeyen mantalitesiyle arasına kesin bir sınır çizgisi çeken Marksizm, geleceğe yönelik öngörülerini bilimsel titizlik temeline oturttu. Kapitalist dünya sisteminin yıkılmasından sonra bile, insanlığın bu yıkılışın hemen akabinde, özlemini duyduğu sınıfsız toplum düzenini gelişmiş biçimiyle yaşayamayacağını açıklama gereği duydu.
Marx bu nedenle –ama sadece bu nedenle– komünist toplum düzenine ilişkin öngörülerini, onun alt ve üst aşamaları itibarıyla ifade etmeye çalıştı. Henüz uzun ve sancılı doğum sürecinin izlerini taşıyan, yani kapitalist toplumun içinden çıktığı biçimiyle bir komünist toplum olabilecek olan “alt aşama” ile, böyle bir dönemin yaşanması sayesinde, artık kendine özgü temeller üzerinde gelişecek “üst aşama”yı ayırt etti.
Ama asıl olarak komünist toplum, kendi gelişim sürecinin alt aşamalarından daha yüksek aşamalarına evrimsel yoldan ilerleme olanaklarına ve kapasitesine sahip bir sosyo-ekonomik formasyondur. Marx komünist toplumun temel özelliklerini ifade ederken, onun hem alt hem de üst evrelerini bütünsel bir süreç olarak ele almış ve bu tarihsel dönemi (komünizmi) sınıfsız, devletsiz ve meta ilişkisiz bir toplumsal yaşayış dönemi olarak nitelendirmiştir. Yine aynı şekilde komünizmin alt evresi (sosyalizm) ile üst evresi arasındaki farkı anlatırken, bunları iki ayrı niteliksel moment olarak değil, tek bir niteliğin (komünizmin) iki ayrı olgunluk düzeyi olarak anlatmıştır.
[1] Engels, “Otorite Üzerine”, Seçme Yapıtlar, c.2, Sol Yay., Temmuz 1977, s.451-452
[2] Engels, Seçme Yapıtlar, c.3, s.42
[3] Söz konusu iki metin, Engels’ten Bebel’e yazılmış 28.3.1875 tarihli mektup ile Marx’tan Bracke’ye yazılmış ve Gotha Programının eleştirisine ilişkin kenar notlarını içeren 5.5.1875 tarihli mektuplardır.
[4] Lenin, “Gotha Programının Eleştirisi Üzerine”, Marx ve Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi içinde, Sol Yay., Kasım 1969, s.141
[5] Lenin, age, s.139-140
[6] Lenin, Marksizm Devlet Üzerine, Öncü Yay., 1975, s.39
[7] Lenin, age, s.40-41
[8] Marx ve Engels, “Komünist Manifesto”, Seçme Yapıtlar, c.1, s.155
[9] Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay., Mart 1976, s.99
Gebze'de 8 Mart Basın Açıklaması
Lizbon’da 150 Bin İşçi Yürüdü
Kaynak:
- Netaş Grevi İlham Vermeye Devam Ediyor
- Derby’den Özak’a Sendikalı Olma, Sendika Seçme Hakkı
- Dünya İşçilerinin Jones Ana’sı
- Kemal Türkler’in Mücadelesi ve Bugüne Mirası
- Kemal Türkler ve Mücadeleci Sınıf Sendikacılığı
- MESS Grevlerinin 45. Yılında Metal İşçilerinin Mücadelesini Hatırlamak
- 30. Yıldönümünde Zonguldak Madencilerinin Uzun Yürüyüşü
- Tütüne Emek Veren Kadın İşçiler Anlatıyor
- Netaş: Yasaklara Rağmen Başarıya Ulaşan Grev!
- Eylül 1976: İşçilerin DGM Direnişi
- Bir Devir ve Bir İşçi Lideri: Kemal Türkler
- İki Farklı Dönem, İki Sözleşme ve İki Bildiri
- Maden-İş MESS’in Oyunlarını Nasıl Boşa Çıkarttı?
- Kavel’den Bir Anı, Geçmişten Bir Miras
- Maden-İş’teki Gömleğin Sırrı Neydi?
- “Bölge’ye Gidince Annemle Barıştım”
- “Baba İşveren” İmajı İle Mücadele
- “Kadın İşçiler Zampik-İş’e Aldanmadı”
- Maden-İş Karşısında MESS’in İzlediği Yol
- Maden-İş İşçilerle Bağını Nasıl Geliştirip Güçlendirdi?
Son Eklenenler
- Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) 30 Kasımda Ankara Tandoğan Meydanında “Geçinemiyoruz! Yoksulluğa Karşı Mücadelede Birleşiyoruz” şiarıyla miting düzenledi. Mitinge Türkiye’nin onlarca kentinden KESK’e bağlı sendikalara üye emekçiler...
- Lübnan Ulusal İşçi ve Çalışan Sendikaları Federasyonu (FENASOL), İsrail’in Lübnan’a yönelik saldırılarının yoğunlaşmasının ardından uluslararası dayanışma çağrısı yükseltmişti. UİD-DER, FENASOL’un dayanışma çağrısının ardından Lübnanlı emekçilerin...
- Filistin halkıyla dayanışma eylemlerini aralıksız sürdüren İngiltere işçi sınıfı emperyalist savaş karşıtı mücadelesine devam ediyor. 28 Kasım gününü “Filistin için İşyeri Eylem Günü” ilan eden işçi, emekçi ve öğrenciler ülke çapında kitlesel...
- 30 Kasımda KESK tarafından Ankara’da düzenlenecek miting öncesi 2021 Tüm Emekliler Sendikası çeşitli kentlerde “Emekliler Ankara’ya Yürüyor” başlıklı basın açıklamaları gerçekleştirdi. Tekirdağ’da Hasan Ali Yücel Meydanı’nda gerçekleştirilen...
- Çayırhan Termik Santrali ve maden sahalarının özelleştirilmesine karşı yeraltında ve yer üstünde eylemler yapan Türkiye Maden İşçileri Sendikası ve Tes-İş Sendikası üyesi işçiler, Enerji Bakanlığıyla yapılan görüşmelerden olumlu sonuç alınamaması...
- Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’nin çağrısıyla, başta İstanbul olmak üzere pek çok kentte, sendika yöneticilerinin, siyasi parti ve demokratik kitle örgütü üyelerinin, gazeteci ve yazarların aralarında olduğu 200’den fazla kişinin gece yarısı...
- Türkiye’nin dört bir yanında, ücretlerini yükseltmek, sendikalaşmak istedikleri için mücadele eden işçiler çeşitli engellerle karşılaşıyor, işten atılıyor, baskıyla sindirilmek isteniyor. Siyasi iktidarın desteğini arkasına alan patronlar işçilerin...
- İspanya’nın Barcelona kentinde on binlerce emekçinin katılımıyla 23 Kasımda yüksek kira fiyatlarına karşı bir protesto gösterisi düzenlendi. Konut kiralarının düşürülmesi ve daha iyi yaşam koşulları talepleriyle bir araya gelen işçi ve emekçiler,...
- 25 Kasım Kadına Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü kapsamında 23 ve 25 Kasımda dünyanın dört bir yanında emekçi kadınlar meydanlara çıkarak öfkelerini haykırdı. Kapitalizm altında çifte ezilmişliğe maruz kalan emekçi kadınlar, kadına şiddetin...
- Bizim mahallenin gençlerinin her birine okuyacakları kitaplar almak için Konak’tan Kemeraltı’na girdim. Kitabın adı Küçük Kara Balık, yazarı Samed Behrengi. Kitap her yaştan işçilere ve işçi çocuklarına dereden çaya, çaydan ırmağa, ırmaklardan...
- Yıllar önce çok sevdiğim, dertlerimizi, sevinçlerimizi paylaştığımız ama hayata dair fikirlerimiz ayrı olan bir arkadaşımla aynı dönemde hamile kaldık. Onu hamile olduğu için işten çıkardılar ve buna karşı çok fazla direnemedi. Patron bana da,...
- DİSK Genel Başkan Yardımcısı ve Genel-İş Sendikası Genel Başkanı Remzi Çalışkan ile Genel-İş Sendikası Mersin Şube Başkanı ve DİSK Çukurova Bölge Temsilcisi Kemal Göksoy’un 26 Kasımda sabaha karşı bir ev baskınıyla gözaltına alınmaları üzerine DİSK...
- Türkiye’deki grev ve direnişlere her geçen gün yenileri eklenirken işçilerin mücadelesi dayanışmayla büyüyor. Çayırhan Termik Santrali ve Linyit İşletmelerinin özelleştirilmesine karşı işçilerin başlattığı direniş devam ediyor. Genel Maden İşçileri...