Buradasınız
Deri-İş Genel Başkanı Musa Servi’yle Söyleşi
Deri-İş Sendikası DESA, Kampana/Savranoğlu’ndan sonra şimdi de TOGO Ayakkabı da sendikalaşma mücadelesi yürütüyor. Deri işçilerinin çalışma koşulları oldukça ağır ve işçiler bu koşullara sendikalaşarak dur diyorlar. Deri-İş Genel Başkanı Musa Servi ile Deri-İş’in yürüttüğü mücadeleler, deri işçilerinin çalışma koşulları, sendikal hareketin durumu, grev yasakları, Türk-İş’te ortaya çıkan muhalefet, kıdem tazminatı, ekonomik kriz, savaş ve sendikaların ne yapması gerektiği üzerinde bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sizin de bildiğiniz üzere, sendikal hareketin durumu son derece kötü. Sendikalı işçi sayısı 850 bine kadar gerilemiş bulunuyor. Buradan güç alan patronlar ve hükümet sendikaları yeterince ciddiye almıyor. Hatta Çalışma Bakanı çıkıp patronlara “korkmayın, yetkileri düşecek zaten” diyebiliyor. Şu anda sendikaların yetkisi yok. Yetki krizi sizce neyin krizidir? Sendikal hareketin durumu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Mevcut iktidar “ILO normlarına göre sendikalar yasası çıkaracağım, 2821-2822 sayılı sendikalar ve toplu sözleşme yasalarını değiştireceğim” diyor. Aslında şu an sendikaların 850 bin üyesi de yok. Eskiden sendikaların tabanları kamu işyerlerindeki örgütlülüğe dayanıyordu. “Nasıl olsa kamu var” deniliyordu. 2 yılda bir toplu sözleşme yapılıyordu. İmzalanan toplu sözleşmelerden tabanın haberi sözleşme imzalandıktan sonra oluyordu. Şimdi kamunun çoğu özelleşti. Özel sektörü ve gerçekten örgütlü olan hizmet işkolunu, belediyeleri düşündüğümüzde topu topu 600 bin civarında işçi toplu sözleşmeden yararlanıyor.
Şimdi bu niye böyle? Mevcut sendikalar nasıl bir anlayış içindeler? “Mümkün olduğu kadar sistemle iyi geçinelim, mevcudu koruyalım, koltuğu koruyalım” diyen bir anlayış var. “Mevcut iktidarın gözüne fazla batmayalım” diyen bir anlayış var. Teslimiyetçi bir anlayış var. Peki, bu anlayış mevcudu koruyor mu? Hayır, koruyamıyor. O zaman ne olması gerekiyor? Bu dönemde Çalışma Bakanlığı’nın uygulaması tamamen keyfidir. Toplu sözleşme yetkilerini vermeme, “yasayı çıkartmadığım için yetkiyi vermiyorum” deme hakkı yok. Bu işçinin hakkını gasp etmektir. Meselâ, birçok sendikanın toplu iş sözleşme süreleri dolmuş ve süreleri geçiyor. Ses yok. Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısında bu sorunun mutlaka üzerine gidilmesi gerektiği, sadece Türk-İş’te değil, diğer sendikalarla da ortak tavır geliştirilmesi ve sendikaların hükümet üzerinde baskı kurması gerekiyor yönünde kararı çıkmasına karşın; Türk-İş yönetimi, “biz hükümetle görüşeceğiz, görüşme sonucunda bir şey çıkmazsa eylem” dedi. Oysa ne olması gerekiyor? Şu anda 250-300 bin işçinin toplu sözleşme hakkı gasp edilmiş durumdadır. Bu kadar işçiyi sen Çalışma Bakanlığı’nın önüne, “bizim yetki hakkımızı gasp etme hakkına sahip değilsin” diyerek yığarsın, bakalım oluyor mu olmuyor mu diye bakarsın. Örneğin, TOGO’daki işçi arkadaşların çabası sonucu 12 bin imza toplandı. Sadece 32 işçinin çabası sonucu toplandı bu imzalar. Şimdi 300 bin işçi ile gerçekten sendikalar görevini yapsa bu rahatlıkla aşılabilecek bir durumdur diye düşünüyorum. Çeşitli sendikaların, duyarlı sendikaların tepkileri var, ama bunu mücadeleye ve eyleme dönüştürme temelinde eksiklikler var. Meselâ, bizim de İzmir’de bir işyerimiz var. 200 civarında işçi çalışıyor. Dedik ki, “İşyerinizde kazanılmış olan toplu sözleşme yapma hakkımız, Çalışma Bakanlığı yetki tespitlerini dondurmuş olduğu için yetki belgelerimiz verilmiyor. Biz toplu sözleşmeye oturmak istiyoruz.” İşyeri yönetimi olumlu karşılayarak görüşmelere oturdu, sözleşmedeki idari maddelerde anlaşmaya vardık. Ücret ve sosyal haklarla ilgili görüşmelerimiz devam ediyor. Çalışma Bakanı yetki vermedi diye toplu sözleşme tıkanıklığının çözülmesini beklemek doğru değil. Ne olması gerekiyor? Tepki gösterilmesi halinde rahatlıkla bunu aşabiliriz. Nasıl biz iki hafta önce Tuzla’da yetki beklemeden protokol yaptıysak, öyle yapılması lazım. 1992’de de işçiler sendikalı oldular, işten atıldılar. Yoğun saldırılarla karşı karşıya kaldılar. 20-25 çadır kurduk. Ama ne yaptık? Fiilen mücadele sonucunda yetki beklemeden toplu sözleşmemizi, protokolümüzü yaptık. Toplu sözleşme Haklarını kazandılar. Bu aşamada bekleyiş teslimiyetçi bir anlayıştır. Beklemeden, bundan mağdur olan işçilerin seslerinin yükseltilmesi gerekiyor. İşçilerin sendikalarını da sıkıştırması gerekiyor diye düşünüyorum ben.
AKP hükümeti havacılık iş kolunda grevi yasakladı. Toplu İş İlişkileri Kanun Taslağında grev yasakları daha da artırılıyor. AKP hükümeti sendikal hareketin güçsüzlüğünden mi güç alıyor, grev yasakları hakkında ne düşünüyorsunuz?
AKP iktidarı bize “ya taraf olacaksın ya da bertaraf olacaksın” diyor. Mantık bu, açıklamaları da bu... Hava işkolunda grev yasağı, uluslararası arenada yok. Denildi ki “hiçbir ülkede yok.” “Olsun, bizde olsa ne olacak?” diyor. Özal bir keresinde demişti ya, “Anayasa delinse ne olur?” Buradaki saldırı sadece hava işçilerine, Hava-İş’ e dönük bir saldırı değil. Hava işkolunda grevin yasaklanması gerçekten kabul edilemez bir olay. Nereden destek alıyor? Şuradan destek alıyor: Hava-İş mücadele eden bir sendika, Türk-İş içerisinde de muhalif bir sendika. Bu sendikaları susturabilmenin yolunu onları bertaraf etmek ve güçsüz hale getirmek olarak görüyor. Ama sanmayın ki sadece Hava-İş. Şu andaki iktidar sendikanın s’sinden rahatsız. Yalnızca sendikalardan değil, tüm muhalefetten rahatsız.
Parlamentodaki 550 milletvekilinin 500’e yakını işveren. Ulusal İstihdam Stratejisinin amacı mümkün olduğu kadar kuralsız çalışma, sendikasız çalışmadır. Gerçekten de baktığımızda Ortaçağı aratmayacak koşullarla karşı karşıyayız. 12-13 saat çalıştırmaya dönük saldırılar, mevcut hakları gasp etme çabası sadece hava işkolunda değil tüm alanlarda var. Şu anda pilotlar rahatsızlar. “Dinlenemiyoruz” diyorlar. “Uçuş güvencesi tehlikede” diyorlar. Bu aslında tüm bir toplumu ilgilendiriyor. Hava işkolundaki grev yasağının kaldırılması için ulusal ve uluslararası temelde direnişi sahiplenmemiz gerekiyor. Biz Sendikal Güç Birliği olarak, bağlı bulunan sendikalar olarak, mümkün olduğu kadar çabalıyoruz, ama maalesef bizim cephemizde de çaba yeterli değil. Duyarlı kesimin de bir çabası var. Biliyorsunuz, direnişler ilk bir-bir buçuk ay iyi gider. Ondan sonra da yavaş yavaş ziyaretler ve destek azalıyor. O zaman ne yapmamız lazım? Geçen hafta görüşmüştük. Her hafta Cumartesi günü THY’den atılan 305 işçinin işe geri alınması ve grev yasağının kaldırılması temelinde Taksim’de Türk Hava Yolları bürosu önünde bir saatlik oturma eylemi gerçekleşecek. Eylemleri tüm kesimlere yaymaya dönük bir çabamız olacak.
10 sendikanın bir araya gelmesiyle Sendikal Güç Birliği Platformu kuruldu. Platformun bildirisinde oldukça anlamlı tespitler ve hedefler var. Güç Birliği Platformu sendikal harekette bir kıpırdanma yaratabilecek mi?SGBP’nin Türk-İş içerisinde nasıl bir etki yarattığını düşünüyorsunuz? Önümüzdeki süreçte SGBP neler yapmayı düşünüyor?
SGBP’nin Türk-İş kongresinin öncesinde ortaya çıkması sadece kongreye endeksli değildi. Ortaya çıkışı emekçi kesimlerde, işçilerde ve çalışanlarda umut yarattı. Ancak 10 sendika olarak önümüze koyduğumuz hedeflerin gerçekleştirilmesi noktasında bazı sıkıntılarla karşı karşıya kaldık. Bir yanda hükümetin bir yanda Türk-İş’in baskıları var. SGBP’yi zayıflatmaya dönük bir çaba harcandı. Ancak belli bölgelerde toplantılar yaptık ve her gittiğimiz toplantıda, esasen tabandan olumlu tepkiler aldık. SGBP içerisinde de mevcut alışkanlıkları, geçmiş alışkanlıklarını terk etme, mümkün olduğu kadar tabanın söz ve karar sahibi olması, kendi içinde demokrasiyi işletme konularında sorunlar yaşanıyor. SGBP’nin ne olması gerekiyor? Önümüze koyduğumuz hedef doğrultusunda herkesin kendisini dizayn etmesi gerekiyor. Hava işkolunda bir eylem kararı alacaksa SGBP, en azından o eyleme kendi işyerlerini katması gerekiyor. O temelde belli sorunlar ve sıkıntılarımız var. Zaten önümüzdeki günlerde, bu anlayışı özümsemek konusundaki sıkıntıları paylaşmak için genel merkez yöneticilerinin katılacağı ortak bir toplantı yapılacak. İki üç günlük bir eğitimin ardından, ilerideki süreçte temsilcilerle, şube başkanlarıyla, SGBP’ne yapmak istiyor, hedefleri nedir, neden tabanımızı eğitmemiz gerekiyor konularını ele alacağız. Çeşitli illerde şubeler arasında belli sıkıntılar var. Bakıyorsun, Güç Birliği şubeleri ortak toplantı yapıyor, bazı sendikaların Güç Birliğine bağlı şube başkanları katılmıyor. Hem Türk-İş’ten hem siyasi iktidardan etkilenenlerin bir duruşu var. Bu duruşu tersine çevirmek anlamında da, önüne koyduğu hedefleri gerçekleştirmesi anlamında da SGBP’nin bu eksiklikleri gidermesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun üzerinde duruyoruz.
Yani SGBP bir umut haline gelebilir mi? Gelebilir aslında. Çeşitli yerlerde eksiklikler olmasına rağmen ortaya çıkar, güç katar. Gerek geçmişte 8 Martların, 1 Mayısların ortak kutlanmasında gerekse anti-demokratik uygulamalara karşı 1 Mayıs’ın ortak kutlanmasıyla ilgili gerçekten Güç Birliği’nin çabası sonucu oldu. İşte Türk-İş gitti, 1 Mayıs’ı işçilerden kopuk Bursa’da kutladı. Ama biz emek güçleriyle birleştik. Bu esasen çok olumludur.
Patronlar ve AKP hükümeti işçi sınıfının kazanılmış haklarına saldırmaya devam ediyor. “Ulusal İstihdam Stratejisi” saldırısı kıdem tazminatının gaspını da içeriyor. Bugün için bu paketi gündemden çektiklerini söylüyorlar. Ancak ilk fırsatta saldırı paketinin yeniden gündeme geleceği açıktır. Türk-İş Genel Kurulu’nda, Sendikal Güç Birliği’nin bastırmasıyla “kıdem tazminatına dokunmak genel grev nedenidir” kararı alındı. Bu kararı yaşama geçirme konusunda ne düşünüyorsunuz?
Türk-İş’te genel kurul öncesinde de kıdem tazminatı bir fona mı devredilecek tartışmaları vardı. Esasında kıdem tazminatı mümkün olduğu kadar kaldırılmak isteniyor. Gün sayısını aşağıya çekmek, 15’e, 20’ye düşürmek planları var. Çalışma Bakanı diyor ki, “%8’lik bir kesim kıdem tazminatı alıyor, %92’si almıyor.” Almıyorsa bunun suçu mevcut iktidarındır. Bu sorunu çözmek hükümetlerin görevidir. Kuralsız çalışma varsa, işçiler kıdem tazminatı alamıyorlarsa, kayıt dışı çalıştırılıyorlarsa bunun önüne geçmek hükümetlerin görevidir. Kıdem tazminatı vermeyenin, kayıt dışı çalıştıranın üzerine gitmek gerekiyor. Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar da kıdem tazminatının fona devredilmesi tartışmalarından etkileniyor. Özellikle Tekstil işkolunda işçi kıdem tazminatı alamıyor. İşçiler tazminat alamıyorsa, sendikalar dava açıyor, sonuç olarak fazla mesaiyle ve kayıt dışı çalışan işçiler haklarını dava yoluyla kazanıyorlar.
Kıdem tazminatının gaspına karşı işçi tabanından gelen tepki sonucu geri adım attırıldı. Sivil anayasa oluşturulması sürecinde işverenlerin ve Türk-İş’in de içinde bulunduğu kurumlar kamuoyu için illeri dolaştılar. Mevcut sermaye temsilcileri kuralsız çalışma istiyorlar. “Şu anda işsizlik var, işsizlere iş bulabilmemiz için çalışma kuralları çok katıdır. Günde 10-12 saat çalıştırabilmeliyim. Bölgesel asgari ücret olmalıdır. Antep’te çalışan işçi ile İstanbul’da çalışan işçi aynı ücreti almamalıdır” diyorlar. Amaç nedir? Daha fazla emek gücü üzerinden sömürü yapmak, daha fazla kâr elde etmektir. Türk-İş Genel Kurulu’nda Sendikal Güç Birliği Platformu olarak oy birliğiyle önerge verdik. Daha önce “fona devredilmesi yararlıdır” diyenler de sendika başkanları da kalkıp bir şey söylemediler. Türk-İş yönetimi de söylemedi. Çünkü karar oybirliğiyle alındı. Bu konuda duyarlı kesim de gerçekten kıdem tazminatının kaldırılmaması konusunda bir çalışma yaptı. Bu durum duyarlılığı arttırdı. Mevcut iktidar da baktı ki bu konuyla ilgili tepkiler var, taslağı geri çekti.
Başbakan, “işçi ve işveren sendikaları birbiriyle anlaşmadığı sürece kıdem konusu bir daha gündeme gelmez” dedi. Ama o geçici bir süre içindir. Yakında yerel seçimler var. Ancak öte yandan şunu da biliyoruz ki taşeronlaştırma, kiralık işçi büroları, kuralsız çalışma dayatılıyor. İşçi sınıfına dönük yoğun baskılar, yetki tespitinin gaspı, örgütlenmenin önündeki engeller söz konusu. Ama buna karşı hiçbir şey yok. Sendikalarda da bir duyarlılık yok esasen. Türk-İş’te ses seda yok. Meselâ, Türk-İş’in de yetki olaylarıyla ilgili bir an önce netliğe kavuşması gerekiyor. Tabanı harekete geçirmemiz gerekiyor. Önümüzdeki dönemde saldırı daha da büyüyecek. Çünkü hem dünyada hem Türkiye’de ekonomik daralma ve kriz var. Krizi bahane ederek mevcut haklarımıza dönük yoğun bir saldırı olacaktır. Bu saldırılara karşı sınıf olarak bizim de hazırlıklı olmamız ve bu saldırılara karşı direnmeyi esas almamız gerekir. Kuralsız çalışmayı engellemenin yolu, karşı çıkışı örgütlememizden, sadece sendikalı işçileri değil, sendikasız işçileri de örgütlememizden geçiyor. Binlerce güvencesiz, kuralsız ve sendikasız çalışan işçi var. Onların da taleplerini içerecek ortak bir duruş sergilememiz gerektiğini düşünüyorum.
Hükümetin işçi haklarına saldırılarını geri püskürtmek için Sendikal Güç Birliği Platformu ve Deri-İş ne gibi çalışmalar yürütüyor? Sendikaların bu saldırı karşısında yeterli cevabı verdiğini düşünüyor musunuz?
Direnişlerde ve örgütlenmelerde olduğu gibi her sendika kendi çabasıyla bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bu da pek fazla bir sonuç getirmiyor. Örneğin UPS’de uluslararası dayanışma işvereni masaya getirdi. Biz de bu kuralsız çalışmaya karşı, kıdem tazminatının gündeme gelmesi halinde üretimden gelen gücümüzü kullanalım dedik. Peki, kaç tane sendika hazırdı? Kaç tane sendika temsilciler toplantısında böyle bir hazırlık yaptı? SGBP olarak bir karar aldık ancak sıkıntımız şu: Tekel eyleminde olduğu gibi, üretimi durdurma kararını çıkarmıştık ama Türk-İş’e bağlı sendikalar kendi üzerlerine düşen görevi yapmadılar. Tuzla Deri Organize Sanayi Bölgesi’nde deri işyerlerinde örgütlü bulunan işçiler, alınan karara uyarak üretimi durdurmuşlardır. Ancak deri işkolu dışındaki çeşitli işkollarında örgütlü olan sendikalara bağlı işyerlerinde, alınan eylem kararlarına uyulmuyor. Bu bir tezattır. Ne yapacağız? Biz mevcudu korumaya dönük bir endişeyle işverene taviz vermemeliyiz. Mevcudu koruyabilmek için de mücadele etmek gerektiğini düşünüyoruz. Sendika olarak biz, kuralsız çalışmaya karşı, taşeronlaştırmaya karşı çıktık. Şu an bizim örgütlü olduğumuz işyerlerinde pek taşeron yok. Olanlar da asıl işverene devrediliyor. 3-4 işyerinde biz bunu yaptık. Aslında bunun için mücadele etmek gerekiyor. Bunu yapabilmenin yolunun da öbür işkollarıyla ortak mücadele vermemizden geçtiğini düşünüyorum.
İşçi hareketi önüne bir barikat kuran Türk-İş üst yönetiminin izlediği çizgi hakkında ne düşünüyorsunuz? Türk-İş’te mücadeleden yana bir dönüşüm gerçekleştirmek için sizce ne yapılmalı?
Toplu sözleşme yetki hakkı gasp edilen sendikalar yalnızca SGBP’ye bağlı sendikalar değil, Türk-İş’e bağlı, Türk-İş yönetiminin yanında yer alan sendikaların ve diğer konfederasyonlara bağlı sendikaların da mağduriyeti çok büyük. Peki, ne olması gerekiyor? Tabandan gelen bir sıkıştırmanın olması gerekiyor. Bu mevcut anlayış, işçilerin-emekçilerin taleplerine cevap verecek bir yönetim biçimi değil. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor. Mevcut iktidardan medet umarak ve onlarla iyi geçinerek emekçilerin haklarını korumamız mümkün değil. Susmak, teslimiyeti kabul etmek mevcut haklarımızın peyder pey gitmesi demektir. O anlamda da elbette ki taban hareketinin başlaması gerekiyor diye düşünüyorum. TİS hakkı gasp edilen Türk-İş’e bağlı sendikaların tabanında gerçekten de alabildiğine bir tepki var. Bu konuyla ilgili olarak başbakanla görüşen Türk-İş Başkanı, “Eylülde bu işi çözeceğiz” diyor ama çözmesi mümkün değil. Biz duyarlı kesimlerin, mücadeleleri birleştirmesi gerekiyor. Bu kesimlerin bir güç haline, bir baskı aracı haline gelmesi gerekiyor. Hem Türk-İş’e hem iktidara hem de haklarımızın gaspına karşı mücadeleyi yükseltmemiz lazım. Biz SGBP olarak bu konuyu kendi içimizde değerlendiriyoruz. Hadi Türk-İş yapmıyor. Peki, biz ne yaptık arkadaşlar? Duyarlı kesimler, emekçilerin çıkarlarını koruma ve belli saldırıları geri püskürtme temelinde kendi gücü oranında bir şeyler yapıyor. Bunları birleştirmek üzere, ortak bir çıkış sergilememiz gerektiğini tartışıyoruz. İnanıyorum ki, mevcut sistemin uygulamaları, ilerideki süreçte hak gasplarına karşı sokağa inerek fiili mücadeleyi başlatmayı zorunlu kılacaktır.
Son dönemde Deri-İş Sendikası olarak birçok direniş yürüttünüz. Kampana/Savranoğlu direnişi aylarca sürdü. Şimdi Ankara’da TOGO işçileri direnişteler. Deri iş kolundaki mücadelelerden söz eder misiniz?
Çalışanlar açısından baktığımızda, dünyada ve Türkiye’de kuralsız ve güvencesiz çalıştırmaya yönelik hak gaspları ve yoğun saldırı politikalarıyla karşı karşıyalar. Krizin arkasına sığınarak, var olan kurallı çalışma modelleri, kuralsız ve güvencesiz hale getirilmeye çalışılıyor. Deri işkolu da, maden işkolundan sonra en ağır işkollarından biridir. İşçiler, insanlık dışı koşullarda çalışıyorlar. Kötü koşulları değiştirebilmenin yolu mutlaka örgütlenmekten, sendikalaşmaktan geçiyor. Ancak çalışma koşullarının giderek kötüleşmesi ve bunun düzeltilmesi için mücadele etmek sadece deri işçilerinin değil tüm çalışanların sorunudur.
Tuzla Kampana’da, 460 gün süren bir direniş yaşadık. Kampana Deri’deki sorun; işçiler, asıl işi yapıp aynı işverene üretim yapmalarına rağmen, alt işveren tarafından çalıştırılıyorlardı, yani taşeronda çalışan işçilerdi. Bu durum 4857 Sayılı Kanun’a aykırı. Ancak işveren yasaları takmıyor. “Kanun da benim yasa da benim” diyor. “Kural tanımıyorum, kuralı ben belirlerim” diyor. Oradaki arkadaşlarımızın çalışması sonucu işçiler sendikamıza üye oldu. Taşeronda çalışan arkadaşlarımızı da üye yaptık. Somut olarak mahkeme kararı ile asıl işi yaptıkları ve asıl işverenin işçisi oldukları tespit edildi. İşveren baktı ki çıkış yok, zor kullanarak ve güvenlik güçlerini devreye sokarak işçileri yıldırmaya, mücadeleyi bastırmaya çalıştı. Ama Tuzla’da örgütlü olduğumuz için oradaki işçilerin müdahalesi sonucu güvenlik güçleri de geri çekilmek zorunda kaldı. İçeriye dışarıdan yeni işçi alınmayacağı kararı, kararlı duruşumuz sayesinde somutlaştı. Yıllar sonra ilk defa Tuzla’ya çadır kurduk. İşveren buradaki üretimini Menemen’e kaydırdı. Hatta “çalışmak isteyen oraya gelsin” dedi. Burada ortaya çıkan durum; işveren sıkıştığında makineleri yüklüyor, işini başka yere taşıyor. Kampana’da da işveren aynı şeyi yapmayı denedi; üretimini İzmir Menemen’e kaydırmaya çalıştı. Bu sefer Menemen’deki fabrikasında da örgütlenmek gerekiyordu. Menemen’deki fabrikada aynı işverene bağlı 3 ayrı firma vardı. Yani bu üç firmayı da ayrı ayrı örgütledik ve çoğunluğu aldık. Çalışma Bakanlığı tarafından bu işyerinde toplu sözleşme yapmak için Menemen’deki Savranoğlu işçileri arasında da çoğunluğu aldığımız tespit edildi. İşveren baktı ki kurtuluş yok, bu sefer de işkolu itirazı yaptı, bu arada işçiler üzerindeki baskıyı da arttırdı. “Ben buradaki üretimi, fabrikayı, bu sefer de Tuzla’ya taşıyacağım” dedi. İzmir’deki işçileri Tuzla’ya çalışmaya davet etti. İşveren hiçbir işçinin İzmir’de kurulu düzenini bozup üç-kuruş için İstanbul’a gelmeyeceğini hesap ediyordu. Ancak işçiler; “Tuzla’ya değil, Rusya’ya da taşısan biz peşindeyiz” dediler ve 42 işçi Kampana’da çalışmak için İzmir’den İstanbul’a geldi…
Niye geldiler? Mümkün olduğu kadar kurallı çalışmak, mevcut koşulları değiştirerek örgütlülüğü sağlamak için geldiler. Gelirken de çok coşkulu bir şekilde karşılandılar. İşveren olarak, işçileri İstanbul’a çağırıyorsan barınma sorununu da çözmen gerekirdi. Ama maalesef, hem işveren hem yetkili kurumlar sağır sultan gibiydi. “Nasıl olsa bu işçiler gelecekler, burada perişan olacaklar ve çıkıp gidecekler” diye düşünüyorlardı. Hatta ailelerini, çocuklarını bırakıp gelemezler diye düşünüyorlardı. Elbette ki Kampana ve Savranoğlu mücadelesiyle çok ender görülen bir çalışma ortaya çıktı. Beklenenin tersine, işçiler İzmir’den çoluk çocuğunu, ailesini bırakıp geldiler. Sendika olarak biz sahip çıktık. İlk gün işveren işçilere kalacak yer göstermediği için tüm işçiler fabrikada gecelemek zorunda kaldı. Ama işveren, kalacak yerleri olmadığı için fabrikada kalan işçilerin, ilk gün işyerini işgal ettiklerini söyleyerek suç duyurusunda bulundu. İkinci gün sendika olarak işçilere kalacak yer bulmamız sonucunda fabrikadan ayrıldılar. Hatta ilk gün çevik kuvvet geldi, barikat kurdu ve işçilere müdahale etmeye hazırlandı. Biz de, “fabrika içindeki işçilere müdahale ederseniz yarın tüm Organize’de üretimi durduracağız” dedik. Müdahale olsaydı Organize’de üretimi durduracaktık. Ondan dolayı müdahale etmediler. İkinci gün işveren “tamam kalsınlar” demek zorunda kaldı. Ama kalmaları suç teşkil edecekti. İşçiler, “hayır, biz dün geldik, barınma yerimiz yoktu. Zorunlu olarak kaldık” dediler. İkinci gün de mesai sonunda işçiler fabrikadan ayrıldı. Sendikamızın kendilerine sağladığı barınma yerlerine yerleştiler. İşçiler kararlı ve örgütlü bir şekilde işyerinde çalışmaya devam ettiler. Bu sefer de işveren işçilerin kararlı bir şekilde duruş göstermesinden 12 gün sonra, işçileri işten çıkardı. Bu arada İstanbul’da bu olaylar yaşanırken, Menemen’deki fabrikasını başka ünvan altında çalıştırmaya başladı. Bu sefer de, Tuzla’ya gelen ve işten çıkartılan işçiler tekrar İzmir’deki fabrikanın önünde direnişlerine devam etme kararı aldılar. Bundan sonra Kampana ve Savranoğlu direnişleri, hem Tuzla’da hem Menemen’de devam etti.
Sonuç olarak, gelinen noktada Kampana’daki işveren buradaki fabrikasını kapatmak zorunda kaldı. Burada kendisine bağlı muhasebe, idari işlerde çalışan örgütsüz işçileri de çıkarttı. İzmir’de vermiş olduğumuz mücadele sonucunda fabrikanın çevreye vermiş olduğu zarardan dolayı İzmir Büyükşehir Belediyesi kapatma kararı aldı. Bir mahallenin içerisinde deri fabrikasının olması kesinlikle çevre güvenliği açısından uygun değil. Burada deri fabrikasının olmaması gerekir. Ama yerel yönetimler müsaade ediyor ve göz yumuyor, aslında onlar suç işliyor. Bu süreçte, bu konunun da takipçisi olduk. Fabrika çevreye zarar verdiği için kapatıldı. Ancak uzun süre direnişler oldu. Tuzla 460 güne yakın sürdü. Ancak burada çalışma olmadığı için direnişi bitirmek durumunda kaldık. İzmir keza öyle, 350 gün sürdü. Somut olarak işe iadeleri, hukuki anlamda mücadeleleri devam ediyor. Ancak fabrika şu anda çalışmıyor. Bizim amacımız fabrikaların kapanması değil, işverenin işçilerin haklarına ve kurallara saygı göstererek, yasalara ve çevreye saygı göstererek çalışmasıdır. Ama işveren “yasa masa tanımıyorum, kural tanımıyorum” derse o zaman bu fabrikaların kapanması gerekiyor.
Şu anda TOGO’da da mücadele devam ediyor. TOGO 50-60 yıllık bir fabrika ve marka olmuş durumda. Ankara’daki tüm üst bürokratlar hemen hemen hepsi oradan giyiniyor. Sendikaları, kurumları dolaştığımızda onlar da oradan giyindiklerini söylediler. 250 lira ya da 300 liradan aşağı ayakkabı yok. İşveren ise “hayır ben sendika istemiyorum” diyor ve kapatıyor fabrikayı. İlk etapta, yöntemleri baskıyı arttırmak oldu. İlk 3 gün boyunca yoğun bir baskıyla karşılaştık. 3 gün üst üste gözaltına alındılar. İşverenin mantığı şudur aslında: “Nasıl olsa benim AKP iktidarıyla, mevcut iktidarla ilişkilerim iyi. Güvenlik güçleri vasıtasıyla buradaki mücadeleyi bastırabilirim. Bunlar üç beş çapulcu.” Ama baktı ki öyle değil. İşçiler gözaltına alındıktan sonra çelişkiyi daha iyi kavrıyor. Sistemin nasıl işlediğini daha iyi kavrıyor. Güvenlik güçlerinin ve iktidarın kimden yana tavır aldığını daha iyi görüyor. Bu baskılar direngenliğin artmasını sağlıyor. Mayıs ayından bu yana direnişleri devam ediyor. TOGO işvereni, bu sefer de aynı şekilde fabrikadaki makineleri başka bölgelere satıyorum diye taşımaya başladı. Yani orası da kapanıyor. Somut olarak bizim sadece Türkiye’de değil, uluslararası alanda da örgütlenmemiz gerekiyor. TOGO işvereni İtalya’dan ayakkabı ithal ediyor. Orada da kriz var. Oradaki emekçiler de mevcut haklarından alıkonulmuş, hakları gasp edilmiş, işsizlikle karşı karşıyalar. Yani sermaye sınır tanımıyor. Nerede ucuz işgücü varsa üretimini oraya kaydırıyor. Bizim de ülkede, bölgede ve uluslararası alanda örgütlenmekten başka yolumuzun olmadığını düşünüyorum.
Sözünü ettiğim üç işyerinde örgütlendik, üç işyeri de kapandı. Ancak bir ay önce, Tuzla’da bir işyerinde çalışan işçiler geldi ve “örgütlenmek istiyoruz” dediler. Örgütsüzdüler, örgütlendiler. İşveren, duyar duymaz önce bir işçiyi çıkarmaya kalkıştı. Biz de “kesinlikle burada çadır kurarız” dedik. Sonra “benim üretimim var, bağlantım var” dedi. “Üretimin durdurulmasını istemiyorsan işçi çıkarmaktan vazgeçip bölgede uygulanan toplu sözleşme haklarını işyerindeki üyelerimiz için de uygulayacaksın” dedik. Uzun yıllardan bu yana ilk kez bir işveren, işçi çıkartmadan bizimle protokol yaptı. Tuzla’daki mevcut Grup Toplu İş sözleşmesini uygulamayı kabul etti. Biliyorsunuz, şu anda işyeri yetki tespitleri de verilmiyor. Mevcut iktidar ve Çalışma Bakanlığı tarafından bu hakkımız gasp ediliyor. Böyle bir hakkı yok, tamamen bir diktatörlük esasen. Böyle bir durumla karşı karşıyayız. Bu işverenin sendikayı kabul etmesinin bir nedeni de, bizim Kampana’da verdiğimiz uzun mücadelenin bir yansımasıdır diye değerlendiriyorum.
Sendikalı olmayan deri işçileri yürüttüğünüz mücadelelerden nasıl etkileniyorlar? Bolu Gerede’de deri işçileri kendiliğinden harekete geçmişlerdi. Deri-İş’in sesi Bolu’daki gibi yoğun olarak bir arada bulunan deri işçilerine ulaşıyor mu?
Bolu Gerede’de çalışma kuralları eski Kazlıçeşme’yi aratmıyor. İşçi sağlığı ve güvenliği kuralları yok. Gerede ile bağlantımız, eskiden Tuzla’da örgütlü olarak çalışmış, işyeri temsilciliği yapmış arkadaşlarımızdan birkaç tanesinin oradaki işyerlerinde çalışmaya başlamasıyla kuruldu. Onların vasıtasıyla bir grup işçi ile görüşme yaptık. Az sayıda işçi vardı. Sonradan “bu sayı yeterli olmaz, bizim işyerlerinde çoğunluğu almamız gerekecek” diye konuştuk. O zaman Aralık ayıydı. Daha sonra tekrar bir toplantı yaptık. 100 - 150 kişi geldi. Kahvede toplantı yapmamız mümkün değildi. 4-5 kilometre uzakta bir camide toplantı yapmak zorunda kaldık. Fabrikalardaki durumumuzu çıkardık ve önümüze bazı hedefler koyduk.
Gerede’de bir iki aylık çalışmamız ciddi bir noktaya geldi. Ancak orada sıkıntımız, sınıf bilinçli işçilerin olmamasıydı. En büyük sorun da buydu. İrtibat kurduklarımız genellikle o yörelerde oturan işçilerdi. Mevcut sistemin işlediği milliyetçi propagandadan olumsuz etkilenenlerdendi. “Sendikaya güvenmeyin, yabancıları aramıza sokmayın, biz kendi aramızda kendi sorunumuzu çözelim. Bu sendika solcu sendikadır” dediler. Biz, işçilere bu mücadelenin kazanılması için gerekenin kendilerine güvenmeleri, birlik olmaları, üretimden gelen güçlerini kullanmaları olarak ortaya koymuştuk. İşçiler bir haftaya yakın bir süre üretimi durdurup yürüyüşler yaparak, günlerce kamuoyuna seslerini duyurmaya çalıştılar. İşçilerin bu demokratik tepkileri emniyet güçlerinin işçilere müdahalesi ve gözaltına almasıyla sonuçlandı. Cumartesi günü miting yapma kararı alınmıştı. İşçilerin bu kararlı tutumu sonrasında, mevcut iktidarın baskıları sonucu milletvekillerinin devreye girmesiyle oradaki mücadele bastırıldı. Biz o işçilerle yaptığımız toplantılarda, “size verilen vaatlerin somut olarak elde edilebilmesi için, bu hakları bir protokol imzalayarak garanti altına almalısınız” demiştik. AKP milletvekillerinin işçilere verdikleri vaatlerin hiç biri yerine getirilmedi.
Orada iyi örgütlenebilmemiz için zaman gerekiyor bize. Bizim oradaki en büyük sıkıntımız da budur. Oradaki güvenlik güçlerinin ya da kaymakamın görevi aslında yasaları uygulatmaktır. Fakat onlar tam tersine yasadışı bir şekilde davrandılar. İşvereni koruyorlar, kuralsız çalıştırıyorlar. O süreçte biz işçilerin kayıt dışı çalışmasından dolayı müfettişlere şikâyet ettik. Müfettişler geldi. Cezalar da verildi. Yani şu aşamada aslında yasalar uygulansa Gerede’nin kapanması gerekiyor. Çalışma koşulları çok kötü, çok ağır. Lağımlar dışarıdan gidiyor, banyo, tuvalet yok. Yemek yok. Yok, yok, yok yani. Ama devlet görevini yapmıyor, göz yumuyor. Nedeni de buranın AKP’nin en çok oy aldığı bölge olması. Böyle bakıyorlar meseleye. Mevcut iktidar hak, hukuk, demokrasi falan diyor ama gelin görün ki orada hak hukuk yok. İşçilerle görüşmelerimiz sürüyor.
Meselâ, Desa’da da 2008’den beri bir mücadele yürütüyoruz. 100-150 işçi Düzce’de yoğun baskı ve saldırılara rağmen mücadeleye devam ediyorlar. Dün mahkemeleri vardı. Dediler ki, “biz işçi olduğumuzun farkına vardık, insan olduğumuzun farkına vardık. Patron, artık üzerimize gelmiyor, bir şey dediğinde hemen biz de suç duyurusunda bulunuyoruz.” Burada bir farkındalık yaratıldı. Deri-İş sendikası olarak tüm deri işçilerine ulaşabiliyor muyuz? Elbette ki hayır! Tüm deri işçilerine ulaşma imkânımız şu anda yok. Koşullarımız da yok. Tabii biz mümkün olduğu kadar çevredeki dostlarımızın desteğiyle, yardımıyla birlikte o arkadaşlara ulaşıp, gerçekten oradaki örgütlülüğün oluşturulması gerektiğini düşünüyoruz.
Dünyada ekonomik kriz derinleşiyor, Türkiye ekonomisinin de önümüzdeki dönemde küçülmesi bekleniyor. Dünyada kapitalizmin krizine karşı yükselen bir mücadele var. İşçi sınıfının enternasyonal birliğini ve mücadelesini sağlamak için sizce ne yapmak lazım?
Avrupa’da, uluslararası anlamda bağlı bulunduğumuz tekstil, hazır giyim, metal, petrol ve enerji işkolları sendikaları birleşti. Birleşmesinin nedeni şu: Tüm dünyada emekçilerin haklarına dönük bir saldırı var. Kapitalizm siyasal ve ekonomik krize düştüğünde ya savaş çıkaracaktır ya da işçi ve emekçilerin hakları gasp edilecektir. Avrupa’da da işçi hakları gasp ediliyor. Esnek çalışma çok yaygın. Çağrı usulü çalışma, kiralık işçi gibi uygulamalar Avrupa’da oluşturuldu. Sonrasında bizim ülkemizde de hayata geçiriliyor. Orada da işverenler, işçilerin haklarını yok etmek için az gelişmiş, emek gücünün ucuz olduğu ülkelere kaydırdılar üretimlerini. Uluslararası toplantılarda hep Çin’den bahsederlerdi. O zaman Çin’de de örgütlenmek gerekiyor. Oradaki yaşam koşullarını değiştirmek gerekiyor. Ustanın dediği gibi, tüm dünyanın işçileri birleşmelidir! Birleşmemiz gerekiyor.
Türkiye açısından da, uluslararası ayağı iyi örmemiz gerekiyor. Güney Afrika’da maden işçileri polis tarafından kurşuna diziliyor. Bizler de Türkiye’deki işçiler olarak uluslararası dayanışmayı oluşturmamız, katliamı protesto ederek mücadeleyi yükseltmemiz gerekir. Aksi halde tek bir sendika ile ve tek bir ülkede yapılan mücadeleyle saldırıları geri püskürtmemiz ya da mevcut haklarımızı korumamız mümkün değil. Tüm dünyada sermaye krizi bahane ederek kazanılmış olan hakları gasp ediyor. Ama krizin nedeni emekçiler değil. Mevcut hakları korumanın yolu mücadele etmekten geçiyor, başka bir yolumuz yok.
Bildiğiniz üzere, şu anda emperyalist savaş Suriye üzerinde kızışmış durumda. Ortadoğu cehenneme dönmüş bulunuyor. Diğer taraftan Kürt sorunu devam ediyor. Bu sorun çözülemediği ve haksız savaş devam ettiği için Türk ve Kürt gençleri ölmeye devam ediyorlar. Buradan da anlaşılacağı üzere, barış sorunu oldukça yakıcı hale geliyor. Barış sorununda sendikalar ne yapıyor; sizce sendikalar bu konuda üzerlerine düşen görevleri yapıyorlar mı?
Ortadoğu’da Tunus’ta başlayan bir dalga yaşandı. Ortadoğu halkları demokrasi istiyor, krallık sisteminin değişmesini istiyor. Emperyalist ülkeler de oradaki halkları düşündüğünden, oradaki halkların da özgür olmasını istediklerinden değil, zenginlik kaynaklarını paylaşmak için gidiyorlar. Şu anda Suriye’de de yaşanan durum budur. ABD emperyalizminin istediğinden dolayıdır bu. Irak’ta dersini aldı. Bataklığa girdi, çıkamadı. Suriye’de temkinli davranıyor.
Bizim ülkemizde yıllardan beri kanayan bir yara, Kürt sorunu. Ülkemizde ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorunu var. Çeşitli iktidarlar döneminde “Kürt sorunu Diyarbakır’dan geçer, Kürt sorununu çözeceğiz” gibi söylemlerde bulunuldu. Ama görüyoruz ki, yıllardır uygulanan yanlış politikalarla bir barış ortamı sağlanamadığı gibi, bu yanlış politikalarda ısrara devam edilmektedir. Maalesef, yıllardır ülkemizde yaşanan bu acı tabloyu hepimiz görüyoruz. Ama maalesef bu sorunu biz sendikalar olarak gündemimize alamıyoruz. İşsizliğin ve krizin bir diğer nedeni de Doğu’da yürüyen bu haksız savaşa harcanan paradır. Bu para işçi ve emekçilerin koşullarının iyileşmesi, gelirlerinin arttırılması için harcansa, Güneydoğuya yatırım yapılsa, hem işsizlik sorunu bir nebze çözülecek hem de işçilerin refah seviyesi yükselecektir. Biz örgütlenme süreci içerisinde belli bölgelere gittiğimizde “bunlar terörist bunlar Kürt” gibi saldırılarla karşılaşıyoruz. Örneğin, Desa’da bize “Kürt, PKK’lı” dediler. Seçim döneminde BDP milletvekilleri Kampana direniş çadırımızı ziyaret etmişti. Desa işvereni resimlerimizi internet sitesine koyarak; “bakın, sizin başkan kiminle ittifak ediyor” diyerek bizi karalamaya çalıştı. Ülkemizde yaşanan bu sorunu, milli duyguları kullanarak örgütlenmenin önüne engel olarak koymaktan, kendi menfaatleri doğrultusunda insani duygularla oynamaktan bile çekinmiyorlar. Eğer emek adına mücadele veriyorsak, kendi tabanımıza dönük milliyetçi duygularla değil, tüm emekçilerin ortak çıkarları temelinde hareket etmemiz gerekiyor. Bunun bilincini aşılamamız gerekmektedir. Çünkü emekçinin çıkarları ortaktır.
Ne yazık ki sendikalarda, cesaretle bu sorunların çözülmesi, üzerine gidilmesi temelinde bir baskı unsuru oluşturamıyoruz. Sessiz kalmak sorunu çözmüyor. Diğer yandan Kürt sorununun barışçıl bir şekilde çözümü için, akan kanın durdurulması için çaba harcayan kamuoyunda; bu konu hakkında düşüncesini dile getiren sendikalara, sivil toplum kuruluşu üyelerine yapılan yoğun baskılar ve tutuklamalar göz önündedir. Bu yaşananlara karşı sendikalar ve sivil toplum kuruluşları daha güçlü, daha örgütlü bir biçimde hareket etmeli ve bu sorunun çözümü için çaba harcamalıdırlar. Sermaye kesimi bilinçli olarak halkları birbirine kırdırmaya çalışıyor. Irak’ta da, Suriye’de de dini ayrışmaları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyorlar. Önümüzdeki dönemde Türkiye’de de daha acımasız bir durumla karşı karşıya kalacağız. Bunun önüne geçebilmek için sendikalar olarak sesimizi yükseltmemiz gerekiyor. Bizim daha çok barış dememiz, daha çok ortak mücadele dememiz, daha çok sömürüye karşı ortak, birleşik mücadele dememiz gerekiyor diye düşünüyorum.
Teşekkürler.
- Grevci Tarkett İşçileri: “Birliğimizi Güç Haline Getirelim!
- Grevdeki MKB Rondo İşçileriyle Söyleşi
- Durak Tekstil İşçileriyle Söyleşi
- Bursa’dan Bir Özel Okul Öğretmeniyle Söyleşi
- Malatyalı Kadın Tekstil İşçisi İle Deprem ve Kadın İşçiler Üzerine Söyleşi
- Nilgün Soydan ile Kemal Türkler Söyleşisi
- Genel-İş İzmir 8 No’lu Şube Başkanı Gümüştekin ile Söyleşi
- İş Güvenliğimiz İçin 1 Mayıs’ta Sınıfımızın Saflarındayız
- Avukatlar Anlatıyor: Yasalar Yetmez, İşçi Sınıfını Örgütlülük Kurtarır
- Bir Afgan Göçmen İşçiyle Söyleşi: “Ölmek ya da Özgürce Yaşamak”
- Ekmekçioğulları İşçileri ve Anadolu Şube Başkanı Deniz Ilgan’la Direniş Üzerine
- Söz Hakları İçin Direnen Ekmekçioğulları İşçilerinde
- Trelleborg İşçileriyle Grev Üzerine Söyleşi
- Cargill İşçileriyle Sohbet
Son Eklenenler
- Teksif Sendikasında örgütlenen İzmir/Gaziemir’de Digel Tekstil, İstanbul/Tuzla’da TKİS Blinds ve Kayseri’de Almer Tekstil işçileri, patronların sendika düşmanlığına ve işten atma saldırısına karşı mücadele ediyor. İBB’ye bağlı Beltur işçileri, 20...
- Bolu’da Kartalkaya Kayak Merkezinde bulunan Grand Kartal Otel’de 21 Ocakta gece saatlerinde meydana gelen yangında 79 kişi hayatını kaybederken onlarca kişi yaralandı. Yapılan açıklamalara göre yangın sırasında otelde kayıtlı 238 kişi bulunmaktaydı...
- Emekçi kadınlar olarak birçok sorunumuz var. Hayat pahalılığı, yoksulluk, çocuklarımızın ihtiyaçlarını karşılayamamak gibi sorunlar yaşıyoruz. İzmir’de tek göz bir evde çıkan yangında hayatını kaybeden beş küçük çocuk hepimizi çok üzdü. Bu çocuklar...
- İşçi sınıfının emeklileri, abi ve ablalarımız, Erdoğan 2024 yılını “emekliler yılı ilan ediyoruz” demişti. Erdoğan’ın o konuşmasını belki de hepimiz dinledik, gazetelerden okuduk. Bazılarımız burjuva siyasetinin zokasını yutarak, “belki bu sefer iyi...
- Baskılara, yasaklara rağmen direnişlerini sürdüren Polonez işçilerinin mücadelesi kazanımla sonuçlandı. Metal işçilerinin kararlı duruşu kazanım getirdi. Hitachi Energy grevi 24 Aralıkta, Schneider Elektrik grevi 6 Ocakta, Arıtaş Krijojenik grevi 10...
- Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası, 19 Ocakta Kadıköy İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü önünde eylem yaparak Özel Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezlerinde çalışan öğretmenlerin ve terapistlerin sorunlarına değindi.
- İngiliz egemenleri, sömürge döneminde ticaret gemilerini, donanmalarını korumak için vahşi bir yöntem geliştirmişler. “Yamyam fare yöntemi” olarak adlandırılan bu yöntem şöyle: Açık denizdeki gemilerde fareler çoğalınca önce bir fare yakalanır, boş...
- Asgari ücret pek çok işçinin beklediğinin tersine 23 bin lirayı bile bulmadı. Utanmadan “işçiyi enflasyona ezdirmedik” dediler, gözlerimizin içine baka baka bizimle dalga geçtiler. Hiçbirimiz bu yalana inanmıyoruz. Çünkü yoksulluğu biz yaşıyoruz,...
- Evlatlarımızın sağlıklı gelişimi, sadece ne yiyip içtikleriyle değil, nasıl bir ortamda, çevrede büyüdükleriyle de ilgilidir. Empati, iletişim gibi sosyal, duygusal ve zihinsel becerileri çevreleriyle etkileşimlerinin izlerini taşır. Çocukların...
- 17 Ocakta okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lisede okuyan yaklaşık 20 milyon öğrenci birinci dönem karnelerini alarak yarıyıl tatiline girdi. Mersin’de Eğitim-Sen ve Özel Öğretmenler Sendikası eğitimdeki sıkıntıları dile getirmek için Yenişehir İlçe...
- Suriye’deki Esad rejimi 8 Aralıkta yıkıldı. Hemen ardından da Suriye’deki savaşın bittiği ve Türkiye’deki Suriyelilerin artık güvenle ülkelerine geri dönebileceği konuşulmaya başlandı. Medyada Erdoğan’ın Suriye politikasının ne kadar başarılı olduğu...
- Sevgili işçi kardeşlerim, bizler yani işçi sınıfımızın örgütlü mücadelesinin bir parçası olanlar, eski kuşaktan işçilerin deneyimlerinden ziyadesiyle istifade etmeyi öğrendik sınıf büyüklerimizden. Bundandır karşımızdaki herhangi bir işçi...
- UİD-DER Müzik Topluluğu (UMUT), Ruhi Su’nun sesinden dinlediğimiz Boşa Didinmek Fayda Vermez şarkısını yeniden yorumladı. Şarkının mücadeleye çağıran sözleri kadar hikâyesi de çok anlamlı. Rusya işçi sınıfının romancısı Maksim Gorki, 1907’de,...