Buradasınız
Emperyalist Savaş ve Kitlelerdeki İç Dönüşümün Öyküsü: 1902 Doğumlular
Akın Erensoy
20. yüzyıl, dünya tarihi için eşi benzeri olmayan olayların bir arada yaşandığı yoğun bir yüzyıl olmuştur. Her ne kadar insanlık tarihinde daha önce de çok önemli değişimler olmuşsa da, tarihin gerçek anlamda bir dünya tarihi haline gelişi temel olarak kapitalizm döneminde, özel olarak da onun en yüksek aşamasını temsil eden emperyalizm döneminde, yani 20. yüzyılda olmuştur. 20. yüzyılda egemen olan emperyalist-kapitalist sistem, dünyanın en kuytu köşelerinde kendi iç kapalı düzenlerinde yaşayan onlarca halkı modern burjuva iktisadi-siyasal süreçlerinin anaforuna çekmiştir. Dünya bu tarihten itibaren kaynayan bir kazandır artık. Ve hiçbir halk istese de tek başına bu ağın dışında kalamaz. Burjuvazi 19. yüzyılda kendi üretim tarzını egemen kıldığında Marx, kapitalist üretim ilişkilerinin yayılma karakterini görerek burjuvazinin kendi suretinde bir dünya yaratmak istediğini söylemişti. Gerçekten de, 20. yüzyılın başı, burjuvazinin dünyayı kendi istediği temellerde dönüştürmesinin ve kendi suretinde bir dünyayı yaratma sürecinin gerçek tarihidir.
Emperyalizm, kapitalist düzenin kriz ve çelişkilerini daha üst bir aşamaya taşıyarak bunları keskinleştirmiştir. Artık 1914’lere gelindiğinde dünya toprak olarak tamamen paylaşılmış bulunmaktadır. Sistemin en güçlüsü durumunda olan Britanya İmparatorluğunun üzerinde güneş batmamaktadır. Buna karşın Alman emperyalizmi genç olmanın verdiği atılganlık ve kapitalizmin yarattığı en son teknolojiyi kullanmanın avantajlarıyla doludur, yerinde duramaz. Alman burjuvazisi içte ne kadar üstün bir millet olduklarının ağır ideolojik propagandasıyla zihinleri zehirlerken, dışarıda yeni pazarlara sızma, yeni nüfuz alanları oluşturma peşindedir. Alman sermayesi çoktan Asya ve Avrupa’ya açılmıştır. Ancak bu açılma ister istemez sınırlı kalmakta, Britanya İmparatorluğunun varlığı nedeniyle engellenmektedir. Bundan dolayı da Alman emperyalizmi, etrafına çekilmiş çitleri kırıp parçalamak için etrafına saldırmaktadır. Bu çelişkiler ancak bir savaşla aşılabilirdi ve de öyle oldu. Böylelikle, paylaşılmış olan dünya, silahların gücüyle yeniden paylaşılmak için savaş alanına yatırılmıştır.
Avrupa işçi sınıfı II. Enternasyonal’e öylesine bir güven duyuyordu ki, çıkacak savaşa anında tüm ulusların işçi sınıfının tavır alacağına, greve gideceğine ve savaşı önleyeceğine inanıyordu. Oysa II. Enternasyonal’in söyledikleri laftan ileri gitmiyordu. Gerçek bir savaş halinde nasıl bir program izleneceği ve yanılsamalara karşı nasıl bir önlem alınacağı somut olarak ortaya konmamıştı.
İşte Ernest Glaeser, 1902 Doğumlular adlı romanında bu dönemi bir çocuğun gözüyle oldukça açık ve canlı bir şekilde anlatır. Savaşın bir gerçeğe dönüşmesine kesinlikle inanılmamaktadır. Eğer savaş çıkarsa işçi sınıfı bunu durduracaktır, çünkü işçiler birbirlerine saldırmazlar. Nasıl? Bunun cevabı yoktur II. Enternasyonal’de. Kapitalizmin ilerici olduğu ve kendiliğinden, evrimle sosyalizme varacağı yollu Bernstein revizyonizmi, Alman Sosyal Demokrat Partisi ve II. Enternasyonal içinde egemen hale gelmiştir. Parti oldukça güçlüdür. Seçimlerde aldığı oy milyonları geçmektedir. Bununla birlikte giderek bürokratikleşmiş ve reformistleşmiştir. Sendikal bürokrasi ve işçi aristokrasisi partiyi kendi çıkarları temelinde kullanmaya başlamıştır. SPD ve sendikaların tek işi kapitalist düzenin selametini korumaktır. Sekiz saatlik iş günü, genel oy hakkı, ücretlerin yükseltilmesi, sosyal kazanımların artırılması için mücadele, asıl mücadelenin yani proletaryanın siyasal iktidarı fethedip kapitalizme son verme mücadelesinin yerini almıştır. SPD’ye bağlı sendikalara milyonlarca işçi üyedir ve SPD ve sendika bürokrasisi adeta devlet içinde “bir devlet” haline gelmiştir. Elbette ki böyle bir durumda savaşın bir gerçek olduğuna inanmak ve ona karşı hazırlanmak gereksiz bir çabadır SPD ve sendikal bürokrasiye göre. Savaş geldiğinde ise bu hainlerin tek yaptıkları şey, ellerinde tuttukları ayrıcalıkları korumak olmuştur. Eğer bunun yolu savaşa girmek ve Alman burjuvazisinin peşinden gitmekse bunu da yapmak gereklidir. SPD’nin politikasının vardığı sonuç bu olmuştur.
Ernest Glaeser’in romanındaki Bernştayncı Sosyal Demokrat avukat karakteri ilginçtir. O yukarıda sözü edilen çizgiyi savunmaktadır. Kendi deyimi ile “ılımlı”dır. Savaşın gerçekleşeceğine inanmamaktadır. Bernştayncı avukat Hoffmann’a göre, bir savaş başlarsa bütün çarklar duracaktır. Proletarya, özellikle proletaryanın önderleri, bütün saldırıları baltalayacaktır. Ama bütün bunları düşünmeye bile gerek yoktur! Çünkü Dr. Hoffmann savaşa inanmamaktadır. Savaş barbarların işidir. Modern bir çağda bir savaşa inanmak çocukluktur. Bernstayncı Hoffmann için savaş gibi bir Ortaçağ kurumunu düşünmek bile anlamsızdır. Çünkü partinin programı savaşı yasaklamaktadır.
Bir kez parti savaşı yasaklayınca, burjuvaziye de buna uymaktan başka bir şey kalmıyordu tabii! Kapitalist düzeninin ne olduğunu anlamayan bu küçük-burjuvalar , ondan, bir ortaçağ kurumu olan savaşı nasıl beklesinler veya niye savaşa karşı hazırlansınlar ki? Ancak yazar söz konusu karakteri bir tartışmanın içine sokar ve bu tartışmada savaşa Ortaçağ kurumu diyen Dr. Hoffmann, “ya bize saldırırlarsa” sorusu üzerine “herkesin hep birlikte yurdunu savunacağını” söyler. Ortaçağ kurumu savaş Almanya’ya yöneldiğinde nedense bir gerçek oluyor ve o güne kadar proletarya bu savaşı durdurur diyenler birden bire “kendimizi savunuruz” demeye başlıyorlar. Çünkü SPD’nin düzen içindeki çıkarları ve sendikal bürokrasinin çıkarlarının korunması başlıca görevdir. Böylelikle sendikal bürokrasi ve işçi aristokrasisinin yön verdiği SPD burjuvazinin peşine takılırken, aslında burjuva düzen içinde edindiği ayrıcalıklarının peşine takılmış oluyordu. Çünkü Alman burjuvazisinin yenilmesi bürokrasinin de ayrıcalıklarının kaynağını yitirmesi demekti. “Barış” dönemlerinde dayanışmacılığa indirgenen enternasyonalizm, savaş dönemlerinde parçalanıyor ve proletarya birbirini boğazlamak üzere savaş cephelerine sürülüyordu.
Savaşın başlamasıyla birlikte Almanya’da şenlikler başlar. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında reformlar zemininde yürüyen mücadele, yerini “kardeşliğe” bırakır. Kitleler hiç durmadan savaşa hazırlanırlar. Diğer ülkelerde de aynı şeyler yaşanır. O güne kadar bir arada yaşayan halklar birden bire düşman olurlar. Emperyalist savaş tüm halkları birbirine düşman ederken, ülke içinde burjuvaziyle proletaryayı da birleştirmiştir! 4 Ağustosta SPD savaş kredilerine onay vermektedir. Bu saatten sonra tüm işçi önderleri ve işçiler savaş şenliklerinde burjuvaziyle ve küçük-burjuvaziyle kol kola girerek yurtlarını nasıl savunacaklarını anlatırlar. Bir işçi önderi şöyle haykırır: “Yoldaşlar... Almanya saldırıya uğradı; bu, gün gibi açık... Yurdumuzu savunmamız gerekiyor.” Bizim Dr. Hoffmann da aynı şenliktedir ve şöyle haykırır: “El ele verelim. İşçiyle burjuva, köylüyle işçi. Son ana kadar barış isteyen, bize saldırıldığı için kılıcını çekmek zorunda kalan Kayzerimizin adına and içelim, bu fırtınalı günlerin en güzel sözünü gerçekleştirmeye söz verelim: Artık partileri tanımıyoruz; yalnız Alman ulusunu tanıyoruz!”
Sosyal Demokrasinin işçi sınıfına karşı ihaneti böyle gerçekleşti. Bu, ihanetin sadece bir kentte ve alt düzeylerdeki yansımasıydı. SPD yönetimi ve sendikal bürokrasi burjuvaziyle can ciğer kuzu sarması olmuş ve silahlarını savaşa karşı çıkan komünistlere çevirmişlerdi.
Kitlelerdeki şenlik havası, biraz da savaşın kısa bir zaman zarfında biteceğine olan inançtan kaynaklanıyordu. Burjuvazi tüm ulusu etrafında toplamış ve yoğun bir milliyetçilik dalgası yığınların bilincini esir almıştı. Burjuvazi “Almanya’nın yenilmez olduğunun ve kısa bir sürede düşmanları yenerek savaşı bitireceğinin” propagandasını yapıyordu. Toplumdaki tüm erkekler neredeyse savaşa alınmışlardı. Kentlerde günlerce şenlikler yapılmış ve askerler cephelere gönderilmişti. Savaş adeta bir eğlenceye dönüşmüştü. Tüm sorunlar unutulmuş ve yerini savaşın kaynaştırıp yakınlaştırdığı bir toplum almıştı. Bu olgu sadece Almanya’da değil, savaşa katılan tüm ülkelerde söz konusuydu. Örneğin 1914 Temmuzunda, Rusya’da, Petersburg’da binlerce işçi grevdeydi ve sokaklarda barikatlar yükseliyordu. Savaşın başlamasıyla her şey birden bire değişmiş ve grevlerin yerini cepheye giden askerler almıştı. Fransa’da ise çoktan yurtseverlik türküleri çığrılmaya başlanmıştı. Herkes savaşın sonbahara kadar biteceğini sanıyordu. Ama savaş bitmeyecekti.
Sonbahar geldiğinde savaş tüm şiddetiyle sürüyordu. İlk zamanlar Alman orduları hızla Fransa topraklarına ilerlemiş ve doğuda Rusya ağır kayıplar vermişti. Bu zaferler muzaffer ülkelerde bir süre daha kitlelerin şenlik yapmasına olanak verdi. Ama giderek zafer nidaları yerini ölülerin gelmesine bıraktı ve kitleler bir hayal kırıklığı içine sürüklendi. Savaşın asıl yüzü işte görünmüştü ve yenilmez Alman orduları ağır kayıplar vermeye başlamıştı. Artık derin bir suskunluk söz konusudur ve artık cephelerden sürekli olarak ölüler gelmektedir. Savaş 1915 süresince de devam eder. Verdun cephesinde Alman orduları ağır kayıplar verirler. Kahramanca ölümler artık kimseyi aldatmaya yetmemektedir.
Savaşın uzaması üzerine kitlelerin ruh hali hızla değişmeye başlar. Savaşla birlikte unutulan sınıfsal ayrım kendini yeniden açığa vurur. Bu toplumsal ayrışma açlıkla birlikte derinleşir. Artık herkes safını bilmektedir. İşçi sınıfının unsurları savaşa iğrenerek bakmaktadır. Açlıkla birlikte, savaş şenliklerinde burjuvaziyle yan yana kadeh kaldıran işçiler sokaklara dökülürler. Kadınlar, kucaklarında çocukları, “ekmek, ekmek” diye slogan atmaya başlarlar. Savaş, yeni bir cephe açmış ve bu cephede açlık içinde kıvranan kitleler kendi sınıf savaşlarını vermeye başlamışlardır.
Savaşın kitleler üzerinde yarattığı yıkım had safhadadır. Yığınların savaşa bakışlarındaki dönüşüm tüm savaşan ülkelerde benzer şekillerde kendini gösterir. Rus proletaryasının ilk dönemdeki savaş coşkusu kısa zamanda yerini savaş karşıtlığına bırakır. 1915’in birinci yarısı bittiğinde 15 milyonluk dev ordunun 5,5 milyonu ölmüş, yaralanmış veya sakat kalmıştı. Askerler cephelerde savaşmaz olmuş ve silahlarını subaylarına doğrultmuşlardı. Askerlerin içinde hızla Asker Komiteleri örgütlenmeye başlanmıştı. 1917’nin başında Rus işçi kadınları da aynı Alman işçi kadınları gibi “ekmek, ekmek” sloganları ile sokağa dökülmüş ve devrim yolunu açmışlardı.
Alman askerlerinin bulunduğu cephelerden gelen mektupların tamamı, artık zaferleri değil yenilgileri, kan ve barutu anlatmaktadır. Bir kez daha anlaşılmıştır ki savaş kapitalistlerin işine yaramaktadır ve işçilerin savaştan bir çıkarı yoktur. İşçiler mektuplarında aldatıldıklarını ve artık kesin olarak savaşa karşı olduklarını yazmakta ve örgütlenmektedirler. Kitaplar, broşürler, bildiriler tüm cephelerde subayların gözü önünde özgürce dolaşmaya başlamıştır. Alman askerleri de Rus askerleri gibi Asker Komitelerinde örgütlenmeye başlarlar. Saflar giderek netleşmektedir. Rus proletaryasının Çarı devirmesi tüm Avrupa’da ve dünyada zafer şarkıları ve umutla karşılanmıştır. Alman proletaryası da kendi öz-örgütlülüklerini (konseylerini) oluşturarak savaşa ve burjuvaziye karşı örgütlenmektedir. 1914’de savaş şenlikleri ile başlayan süreç 1918’in Kasımına gelindiğinde Almanya’da devrim şenliklerine bırakmıştır yerini.
1902 Doğumlular savaş ve savaşta alınan tutumları, yığınlardaki değişimleri belgesel bir nitelikte anlatmaktadır. Yazar olayların bizzat içindedir ve anlatıcı kişidir aynı zamanda. 1970’te Toplum Yayınları tarafından basılan kitap günümüzde unutulmuştur. Oysa yeni bir emperyalist savaşlar dönemine giriyoruz ve yığınların savaş hakkında canlı belgelere ihtiyacı var. Savaş asla bir oyun değildir, savaş toplumsal yıkım ve yok etmedir. Emperyalist savaşların yol açtığı yıkımları kitlelerin her zamankinden daha çok bilmeye ihtiyacı var. Savaş, tarihin derinliklerinde kalmış bir olgu değil, bugün dünyanın çeşitli yerlerinde yerel düzeylerde yaşanan ve giderek tüm dünyayı kuşatma potansiyeli taşıyan bir gerçekliktir. İşçi sınıfı tarihsel hafızasına sahip çıkmalıdır. Tarihsel bilinç, bu hafızada yoğunlaşmıştır. Ernest Glaeser’in 1902 Doğumlular adlı romanı bu bağlamda okumaya değer bir kitap.
Maden: Bir Direniş Öyküsü
Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok!
Kaynak:
- Sömürü Düzenine Paydos Örgütlü İşçilerle Gelecek
- Karıncalar ve Filin Hikâyesi
- Uyandıran Masalcı Samed Behrengi’nin Ekini
- “Mübadele Öyküleri” İzmir’den Anlatıyor…
- Ana Romanı ve Bugüne Yansıyanlar
- Gözbağı ve İşçi Hüseyin’in Dönüşümü
- Erzurumlu Emrah’ın Hikâyesi, Bizim Hikâyemiz
- Savaşın Gerçek Yüzünü Anlatan İki Kitap
- Sarı Mehmet Olmak!
- Fakir Baykurt, “Gece Vardiyası” ve Göçmenler
- Şikago Mezbahaları ve Kapitalizm
- Cefakâr Galip Ustalar ve İnsanlığın Özgürlük Bahçesi
- “Ölümün Ağzı”
- Gücümüz Birliğimizden Gelir!
- Büyük Biraderler İş Başında!
- Rıfat Ilgaz: Ses Ol, Işık Ol, Yumruk Ol!
- Genç İşçi Xu Linzi
- İşçi Sınıfının Tarihe Tanıklık Eden Ozanları
- Bal Arıları, Bülbül ve Açgözlü Dev
- Yaşamı Geliştirenler: Haliç’in Direnen İşçileri
Son Eklenenler
- İngiltere’de geçtiğimiz haftalarda üç çocuğun öldürülmesinin ardından bu cinayetlerden göçmenleri ve Müslümanları sorumlu tutan güruhlar sokaklara dökülmüştü. Ülkede göçmen ve Müslümanları hedef alarak ırkçı saldırılar başlatan faşist çetelere karşı...
- İstanbul Bakırköy Metro şantiyesinde Bayburt Group taşeronu Modüler Teknik firmasında çalışan DİSK Dev Yapı-İş üyesi inşaat işçileri ücretleri aylardır ödenmediği için 12 Ağustosta Bayburt Group önünde eyleme başladı.
- Herkesin dilinde olan basit, masum bir soru… Ama aynı zamanda soranın da cevaplayanın da belli düşünce kalıplarına hapsolduğunu gösteren bir soru: Senin memleket nere? Fabrikada yeni işe başlayan birine, sokakta, otobüste, parkta tanıştığımız birine...
- İki kız kardeş, 15 yaşındaki Esmanur Argun ve 18 yaşındaki ablası Elif Argun, Urfa Viranşehir’den tarım işçisi olarak Bursa’ya gelmişlerdi. İşe giderken onları taşıyan traktörün devrilmesi sonucu hayatlarını kaybettiler. Kısacık yaşamları gibi...
- Tekgıda-İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan Polonez işçilerinin sendikalı çalışma hakkı ve işe iade talebiyle başlattıkları direniş sürerken 9 Ağustosta İstanbul Valiliği önüne giderek seslerini duyurmaya çalıştılar. Türk Harb-İş...
- Geçtiğimiz günlerde Cerrahpaşa Üniversitesine bağlı Murat Dilmener Hastanesinin su tesisatının patlaması üzerine, yeni doğan yoğun bakım ünitesinin tavanı çöktü. Solunum cihazına bağlı bir bebek hayatını kaybetti. Solunum cihazına bağlı olan ve...
- UİD-DER’e gelmeden önce de bu dünyada olup bitenlere karşı öfkeliydim. Bir şeyler yapmak istiyordum fakat ne yapacağımı bilmiyordum. Yani öfkemi doğru yerekanalize edebilmiş değildim. UİD-DER sayesinde kapitalist bir sistemde yaşadığımızı ve tüm...
- 31 Mart yerel seçimleri sonrası belediye işçilerine yönelik işten atma ve ücret gaspı saldırıları devam ediyor. İşten atılan işçiler işe iade talebiyle direnişe başlarken ücretleri gasp edilen, düşük ücret dayatılan işçiler de çeşitli eylemlerle hak...
- Sokak köpeklerinin katledilmesinin önünü açan yasa geçtiğimiz günlerde AKP’li ve MHP’li vekillerin oylarıyla Meclisten geçti. Yasa hazırlanırken ve oylanırken yaşananlara baktığımızda nasıl bir düzende yaşadığımızı daha iyi anlıyoruz. Yasa gündeme...
- 6 Şubat depremlerinin üzerinden bir buçuk yıl geçmesine rağmen deprem bölgelerinde barınma sorunu bile çözülmüş değil. Depremden sonra TOKİ, 18 ilde 674 bin 238 konut yapılmasını hedeflediğini açıklamıştı. Şimdiye kadar teslim edilen konut sayısı...
- İkinci Dünya Savaşının son aylarında ABD’nin Hiroşima’ya atom bombası atması ve yüzbinlerce insanın ölümüne neden olması insanlık tarihinin en büyük katliamlarından biri olarak acıyla hatırlanmaya devam ediyor. Bu büyük katliamın 79. yıldönümü olan...
- 28 Temmuz 1914’te dünyanın o güne kadar gördüğü en kanlı savaş başladı. Tam dört yıl süren ve 20 milyon insanın ölümüne, milyonlarcasının yaralanmasına ve sakatlanmasına, kentlerin yakılıp yıkılmasına yol açan bu savaş tarihe Birinci Dünya Savaşı...
- İspanya’da bir duvarda şöyle yazıyor: “El que nos roba es de aqui y rico no inmigrante y pobre.” Yani “Bizi soyanlar göçmen ve yoksul değil, buralı ve zengin.” Bu kısacık bir duvar yazısı içinde bulunduğumuz durumu çok çarpıcı bir şekilde anlatıyor...